20.04.2009

Sosyal Güvenlik ve Emek Piyasası

Sermin Sarıca

Sosyal Güvenlik ve Emek Piyasası Emekgücünün diğer toplumsal faaliyetlerin bütününden koparılıp piyasa kurallarına tabi kılınması, böylelikle emekgücünün metalaşmış emekgücü haline gelmesi, piyasaların yaygınlaşmasının temel koşuludur. İnsanları piyasada emek güçlerini satmaya “motive” eden temel dinamik açlık tehdididir. Bu nedenle piyasa, emekçinin emekgücünü satmaya ikna olması için piyasa dışı “korunma” mekanizmalarını parçalamak zorundadır. Piyasanın kurulması ve işlemesinin, emekgücünün metalaştırılmasının önkoşullarından olan sözleşme özgürlüğü, Marshall’a göre önce siyasi, sonrasında sosyal hakların elde edilmesini mümkün kılan zemin olmuştu (Marshall, 1964; 85). Zira sosyal haklar bireyleri “piyasanın yarattığı ‘sosyal riskler’e karşı ‘sosyal koruma’ altına alan haklardır” (Arın, 1998: 319).

Kapitalizm, ekonomik zorunluluklar nedeniyle emekgücünü satmaya zorlanan bir yedek işgücü ordusuna ihtiyaç duyar. Bu her şeyden önce, emek piyasasında rekabetin varlığı ve böylelikle emekgücünün fiyatının ucuzlaması için gereklidir. Öte yandan kapitalizm, mülksüzleştirilmiş emekgücünün tümünü aynı anda istihdam etmeyi beceremez. Yani nüfusun, önceki dönemlerde istihdam edilebilenden, daha büyük bir oranına potansiyel emekgücü olarak ihtiyaç duyan gelişmiş bir kapitalizm, her zaman karmaşık bir dengeyi tutturmak zorundadır. Kapitalizm hem bu yedek orduyu canlı ve çalışmaya hazır durumda tutmak hem de sermaye ihtiyaç duyduğunda emeği çalışmak zorunda bırakacak ekonomik gerekleri canlı tutmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle, kapitalizm bir tür minimum sosyal korumayı sürdürmek ve işçilerin piyasanın zorlamalarının nesnesi olmasını sağlamak durumundadır. Ama sosyal korumanın ve piyasanın gereklerinin göreli ağırlıkları ekonomik dalgalanmalara ve sınıf mücadelesine bağlıdır (Marangoz, 2001).

Bu çalışmada çeşitli sosyal güvenlik politikalarının ve sosyal harcamaların emek piyasasında yer alan bireyler üzerindeki ikili etkisi çözümlenmektedir. Bireylerin yaşamlarının, ücretli emeğe dahil olamadıklarında da, kabul edilebilir bir hayat standardını sürdürebilmeye imkan sağlayarak geliştirilebileceği ve sosyal harcamaların bu anlamda meta halini bozucu bir işleve sahip oldukları fikri genel olarak kabul edilmektedir. Ancak sosyal politikaların bu meta halini bozucu etkilerinin yanı sıra bireyleri ücretli emeğe dahil etme ve metalaştırma doğrultusunda işlemek üzere tasarlandığı fikri de çalışmaya içkindir. Sosyal politikalar her iki amacı da gerçekleştirmek ister görünmektedir ve bu nedenle her ikisi de hesaba katılmalıdır.

1. Meta halini bozma

Claus Offe (1996) meta halini bozmanın, metalaştırmanın anti-tezi olarak, 1974’te Gosta Esping-Andersen ile yaptıkları bir tartışmada doğduğunu açıklar. Her ikisi de bu kavramı kullanmıştır ve kavram özellikle Esping-Andersen’ın refah devletlerini meta halini bozma ekseninde sınıflandırdığı çalışmasıyla bilinir olmuştur.

“Meta halini bozma” Esping-Andersen’in 1990’da yayınlanan The Three Worlds of Welfare Capitalism adlı çalışmasından bu yana refah devleti ve sosyal harcamalar yazınında anahtar bir kavram olmuştur. Esping-Andersen “meta halinin bozulması”nı “bireylerin ve ailelerin toplumsal olarak kabul edilebilir bir hayat standardını piyasaya katılımlarından bağımsız olarak sürdürebilmeye hazır olma” durumu olarak kavramsallaştırır (1990: 37) ve bu kavram üzerinden bir meta halini bozma endeksi oluşturur. Endekste refah devletleri, telafi oranları (işsizlik durumunda, çalıştıklarında edinebilecekleri refahın ne kadarı telafi ediliyor), yararlanma kıstasları (sosyal korumaya konu olmadan önce ne kadar süre emek piyasasında yer almış olmaları gerekiyor), bekleme süresi ve yararlanma süresi kriterleri üzerinden meta halini bozma derecelerine göre sınıflandırılır. Bunun sonucunda Esping-Andersen refah devletlerini üç kategoriye ayırır: Meta halini bozmanın düşük düzeyde seyrettiği liberal rejimler (ABD ve İngiltere); orta düzeyde bir meta halini bozma fonksiyonunun işlediği muhafazakar rejimler (Almanya, Fransa); ve son olarak yüksek düzeyde meta halinin bozulmasından sözedilebilecek sosyal demokrat rejimler (İsveç, Danimarka). Esping-Andersen “meta halini bozucu refah devletlerinin, pratikte, çok yeni oldukları”nı ifade eder. Ona göre meta halini bozmaya dönük “minimal bir tanımlama vatandaşların özgürce ve potansiyel bir iş, gelir ya da genel refah kaybı olmadan, bunu kendileri gerekli gördüğünde işten çıkabilmelerini içermek zorundadır” (1990: 23). 2. Metalaştırma

Esping-Andersen’ın bu çalışmasından esinlenen sosyal politika yazınının önemli bir bölümü refah devletine ve sosyal harcamalara geliri yeniden dağıtan ve bunu, piyasanın ya da sermayenin çıkarlarından ziyade, emekçilerin ve yoksulların lehine gerçekleştiren bir fonksiyon atfetmektedir. Meta halini bozan sosyal politikalar ücretlilerin piyasaya olan bağımlılıklarında azalmaya neden olurlar. Bu nedenle “işçiyi kuvvetlendirir ve işverenin mutlak otoritesini zayıflatır”lar. Esping-Andersen’a göre “işverenlerin meta halinin bozulmasına hep karşı olmalarının nedeni tam da budur” (1990, 22).

Sözkonusu yazın refah devletinin çıkışını sermaye çevrelerinin ya da iyi durumda olanların çıkarlarının karşısında organize olmuş –sol partiler, sendikalar, kiliseler, refah devleti bürokrasisinin kendisi ve en kırılganlar adına konuşan- gruplara bağlar ( Power resources teorisi bkz. Korpi 1989; Pierson 1996). Dolayısıyla küreselleşmenin refah devleti üzerindeki etkileri konusunda yürütülen tartışma da, bu grupların sermaye çevreleri karşısındaki göreli politik güçleri hakkında bir tartışmaya dönüşür (Garrett 1998; Rodrik 1997). Örtük varsayım sermaye güçlendikçe refah devletinin zayıfladığıdır.

1980 sonrasında küreselleşmenin refah devletleri ve sosyal harcamalar üzerindeki etkileri de “yeniden metalaştırma (rekomodifikasyon)” kavramı çerçevesinde tartışılmaktadır. Meta halini bozma ve yeniden metalaştırma tezleri birbirinin devamı niteliğindedir. Sosyal harcamaların, özellikle refah devletlerinin altın çağı olan 1960’lar ve 1970’ler için, temel olarak emekgücünün meta niteliğini bozucu bir fonksiyon üstlendiklerini söylemek ve devamında, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren kamusal hizmetlerin özelleştirilmesini ve sosyal harcamaların kısılmasını kamusal yeniden metalaştırma kavramı ile açıklamak aynı temel mantığı sürdürmenin ürünüdür.

2.1. Metalaştırmanın birinci yolu: Emek piyasasının niteliklerine uygun sosyal koruma Sosyal korumanın her zaman Esping-Andersen’ın ya da kurumsalcı ekolün öne sürdüğü gibi “piyasa karşısında devlet” eliyle gerçekleştirilen “piyasalara karşı politikalar” olmadığı da söylenebilir. Swenson’un yaptığı çalışma (2002) sosyal politikaların çeşitli ülkelerde şekillendirilmesinde sermaye çevrelerinin üstlendiği aktif rolün tarihsel bir analizini içermektedir. Örneğin, sosyal koruma iktisadi aktörlere piyasa aksaklıklarını aşmalarını sağlayacak nitelikleri edinmelerinde yardımcı olarak piyasayı destekler. Estevez-Abe, Mares vb. yaptığı çalışmalar gelişmiş ülkelerde, sosyal korumanın anahtar bileşenleri ile emekgücü niteliklerinin baskın karakteri arasında güçlü bir korelasyon olduğunu göstermektedir. Sosyal korumanın farklı biçimleri ülkeler arasında farklı nitelik dengeleri yaratmakta sorumludur (burada küreselleşmenin eşitsiz gelişmeden özellikle emek piyasasındaki eşitsizliklerden nasıl yararlandığı hatırlanabilir).

Estevez-Abe, Iversen ve Soskice’ye göre, refah devletinin önemli bileşenleri işçileri firma ve sektör bazlı niteliklere yatırım yapmaya daha istekli hale getirmek üzere tasarlanmışlardır. Bu da işçilerin belli işverenlere bağımlılığını ve piyasa dalgalanmaları karşısında kırılganlıklarını artırmaktadır. İşçiler bu tür riskli yatırımları ancak işleri ya da gelirleri garanti altında ise yaparlar. Aksi durumda, daha genel dolayısıyla “taşınabilir” niteliklere yatırım yaparlar. Aynı şekilde, emek gücünün nitelik bileşimi ürün piyasası stratejilerini belirlediğinden, işverenler belli uluslar arası ürün piyasalarında rekabet edebilmeleri için gerekli nitelikleri sağlayan sosyal korumayı da destekleyeceklerdir.

Fordist kitlesel üretimin standardize edilmiş ürünlerin üretiminde gereksinim duyduğu nitelikler özel nitelikler değil genel niteliklerdir. Burada ihtiyaç duyulan niteliklerle, yüksek kaliteli (niche) ürün piyasaları ya da Japon otomotiv ve elektronik eşya sektöründeki gibi farklılaştırılmış kitlesel üretim stratejilerinin ihtiyaç duyduğu nitelikler farklıdır. Yüksek kaliteli ürün piyasaları sektör bazlı niteliklere sahip eğitilmiş bir işgücüne ihtiyaç duyarlar. Farklılaştırılmış kitlesel üretim stratejileri ise firma bazlı niteliklere ihtiyaç duyarlar (Streeck, 1991). Dolayısıyla ülkelerin uluslar arası piyasalarda rekabet edebilmeleri için gereksindikleri niteliklerle, sosyal koruma politikaları arasında bir bağlantı vardır.

Tablo 1. Sosyal koruma ve öngörülen yetenek profilleri

Esping-Andersen’ın terminolojisinde meta halini bozucu sosyal politikalar olarak sınıflandırılmış olan işten çıkarmalara karşı koruma, işsizlik sürecince yüksek düzeyde telafi ve ücret garantileri bu çerçevede işçilerin, emek piyasası risklerine maruz kalmaları için tasarlanmışlardır. Nitekim, işçilerin belli bir işverene (firma bazlı nitelikler) ya da bir grup işverene (sektör bazlı nitelikler) karşı bağımlılıklarını artıracak olan niteliklere yatırım yapma konusundaki isteksizliklerini kırmayı hedeflerler.

Yüksek bir telafi oranı, özellikle de işsizlik sigortası kazançla bağlantılı olarak yapılandırılmışsa, çalışanları işsiz kaldığında bile önceden yapmış oldukları özel nitelik yatırımları için ödüllendirir. Yüksek bir telafi oranı aynı zamanda özel niteliklilerin ücretleri üzerinde aşağı doğru bir baskıyı da ortadan kaldırır. Zira bu niteliklere sahip ancak işsiz durumda olanların daha düşük ücretlerle teklif edilmiş işleri kabul etmeleri gerekmez. Yararlanma süresi ve “uygun bir iş”in kabulüne dönük koşullar da bu mekanizmayı benzer biçimde etkiler. Daha uzun bir yararlanma süresi sektör bazlı niteliklere sahip işsizlerin niteliklerine uygun başka bir iş bulabilmeleri için gerekli zamanı sağlar. Niteliklerine uygun olmayan bir işi kabul etmeme garantisi veren bir sosyal koruma da yeniden işe dönmelerinin aynı nitelikli ücretler üzerinden olmasını sağlar.

Sosyal politikalar burada emekgücünü belli nitelikleri edinme konusunda teşvik ederek onların bağımlılıklarını artırmaktadır, bu da emekgücünün meta statüsünü güçlendirmektedir, zira “emekgücünün meta statüsü birilerinin onun emekgücünü kiralamak isteyip istemediğine bağlıdır” (Esping-Andersen, 1981: 1) . 2.2. Aktif proleterleştirme doğrultusunda sosyal politika:

Refah devletleri çeşitli yöntemlerle, işsizlikle mücadele etmek üzere bir politika yürütürken ve insanlara iş bulmalarında yardımcı olurken, metalaşma sürecini tetikler. Tam istihdam, işsiz olan herkesin emekgüçlerini kiralamak isteyecek birilerini piyasada bulmasıdır. Bu anlamda tam istihdam hedefinde, emekgücü açısından metalaşmanın en üst düzeyde gerçekleşmesi gerekir. Meta olmaktan çıkarma yöntemleri bir yandan da emekgücünün metalaştırılması için ön koşulları yaratır.

Devlet, diğer şeylerin yanısıra, emekgücünün meta statüsüne geçişini düzenlemeye çalışır. Kapitalist emek piyasasının kurulabilmesi ve yaşaması için “aktif proleterleştirme” bir önkoşuldur (Offe & Lenhardt 1984: 92-100). Emek piyasası politikaları da istihdam hedefleri açısından aktif ve pasif emek piyasası politikaları olarak ayrıştırılabilir. Aktif emek piyasası politikaları emekgücünün metalaştırılmasına ya da yeniden metalaştırılmasına odaklanmışlardır. Aktif proleterleştirme ya da metalaştırma süreci üç boyutta işler: Birincisi bireyleri emek güçlerini satmak zorunda bırakma ihtiyacıyla ilintilidir, ikincisi fiziksel kapasitelerinin ve niteliklerinin yeniden üretimiyle ve emekgücünün piyasada hazır bulunabilirliğiyle ilintilidir ve üçüncüsü emekgücünün talep ve arzının düzenlenmesiyle ilintilidir. Bunlara arz yanlı yöntemler, talep yanlı yöntemler ve eşleştirme yöntemleri denilebilir.

Arz yanlı yöntemlerin amacı bireyin emekgücünü piyasada satılabilir hale getirmektir. Temel öğe, emek piyasası meslek edindirme kurslarıdır, ama coğrafi akışkanlık için yapılan harcamaları da buna ekleyebiliriz, zira bunların da bireyleri talep edildikleri yerde hazır hale getirme fonksiyonları vardır.

Sosyal harcamaların bir bölümü emekgücünün en güncel ve piyasaya uygun becerilerle donatılması doğrultusunda harcanır. Aynı zamanda sosyal harcamalar, emekgücünün hem mekansal akışkanlığını artırır, hem de zamansal açıdan –optimum fiyatı, çalışma koşullarını sağlayana emeğini kiralamak üzere bekleme, boş zaman-çalışma tercihleri arasında geçişi kolaylaştırma- tercih esnekliği sağlar. Bu ve benzeri etkileriyle sosyal harcamalar esnek bir emek piyasasının oluşumunu ve metalaştırmayı kolaylaştırmıştır.

Talep yanlı yöntemler işsiz olanlar için iş yaratmakla ilgilidirler. Bu işler bir ölçüde olağan emek piyasasının dışında örgütlenmiştir, örneğin, sığınma atölyelerindeki işler gibi. Diğer talep yanlı yöntemler işletmelere sübvansiyonlar vererek onların istihdam olanaklarını artırmaktır. Ancak son dönemde “girişimci” yaratma çerçevesinde refah devletlerinin üstlendiği mesleki eğitim işlevi de bu yönleri ile talep yanlı yöntemlere dahil edilebilir.

Eşleştirme yöntemleri emek piyasası fonksiyonlarını tamamlamayı amaçlar. İş ve işçi bulma kurumları eksenine otururlar. Bu ofisler emek piyasasındaki işler ve iş başvurularına dönük bilgi toplar ve sunarlar.

Bu tür emek piyasası politikaları ile refah devletleri, istihdamı kendi başlarına bunu yapamayacak durumda olanlar için teşvik eder.

2.3. Aile dışına çıkarma yoluyla metalaştırma:

Feminist bir bakış açısından, örneğin Lewis’e göre (1997: 162) “meta halinin bozulması” Esping-Andersen’ın orijinal tartışmasında ihmal edilmiş olan “cinsiyetçi bir anlama sahiptir”. Sosyal politikalar çalışanların meta halini bozmayı amaçlarken erkek işçilere fayda sağlamış, bu tür programların kadınlar için uzantıları bu denli açık olmamıştır ve aslında onları karşılıksız bakım işlerine de zorlayabilmiştir ki bunlar da ücretli işten çok daha az özgürleştiricidir (Orloff, 1993). Aslında, bu yazında öne sürülen temel iddia Esping-Andersen’ın önsel olarak emekgücünün metalaştırıldığını varsayıyor olduğu ve refah devletinin rolünün onları meta olmaktan çıkarmak olduğudur, ancak gerçekte olan pek çok kapitalist toplumda kadınların önemli bir kısmının emek piyasasına tam zamanlı ve uzun dönemli olarak girmekte zorlandığıdır (Hobson, 1994).

Ücretli/ücretsiz işin cinsiyet açısından eşitsiz dağılımına bağlı olarak “meta halinin bozulması” ve “piyasadan bağımsızlık” kadınlar için illa da olumlu olmak durumunda değildir, diğer şeylerin yanısıra meta halinin bozulması neredeyse ücretsiz iş kadar sorunu artırmaktadır. Ostner’e göre “feminist akademisyenler metalaştırmanın meta halinin bozulmasına önsel olduğunda ısrar ederler. Emek piyasasından çıkış seçeneklerine ve göreli ücret değişimleri (wage replacement/ işsizlik parası) ya da telafi edicilere sahip olabilmek için kişinin önce tümüyle metalaşması gerekir” (Ostner 1996: 3).

Room’un (2000) meta halini bozma kavramına dönük eleştirisi ise feministlerle aynı çizgide devam eder, ancak farklı bir teorik perspektife sahiptir. Meta halinin bozulmasının Marx’ta ve Polanyi’deki orijinal kavramsallaştırılışına referansla, Room Esping-Andersen’ın kavramsallaştırmasının ve onun kullanılma biçiminin terimin içinde yer alan fikri tümüyle kavramaktan uzak olduğunu öne sürer. Meta halini bozma, Esping-Andersen’ın verdiği anlamla yalnızca “tüketim için meta halini bozma”dır, zira temel olarak bir bireyin fiziksel ihtiyaçlarının ne ölçüde emek piyasasında elde edebileceği kazançlarda bir eksilmeye neden olmadan sürdürülebileceğine bağlanır; ancak fikrin Marksizan algısında içerilmiş olan ikinci boyutu es geçer, ki bu da insanın kendi kendisini iş üzerinden yaratmasıdır. Diğer bir deyişle, Room’a göre Esping-Andersen kapitalizmin bireyin yaratma becerisi üzerindeki olumsuz etkisini ve sosyal politikanın bu tip bir yabancılaşmayı yumuşatmadaki rolünü etkili biçimde yok sayar. Room’un cevabı “kendini geliştirmek için meta halini bozma” isimli ikinci bir endeks oluşturmaktır, bu endeks ile refah devletlerinin insan kapasitesine ne ölçüde yatırım yaptıklarını ölçmeyi amaçlar (Room, 2000: 337). Her ne kadar Room kendini geliştirmeyi geniş anlamda alıyor görünse ve illa emek piyasasında yer alması gerekmeyen bir süreç olarak alsa da, seçtiği değişkenlerin hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak emek piyasasına bağlıdır. Bu içinde yaşadığımız toplumsal formasyonun ya da sahip olduğumuz karşılaştırmalı verilerin bir yansıması da olsa, endeksi ya emek piyasasına katılıma ya da toplumun insanlara işe girmek için gerekli yetileri sağlama yollarına bağlayan bir endekstir. Bu nedenle, uzun vadeli işsizlik oranları, sosyal akışkanlık, zorunlu eğitim sonrası eğitime katılım ve iş (vocational training) eğitimi meta halini bozmanın bu boyutunu ölçmek üzere kullanılmış değişkenlerdir.

Room’un Esping-Andersen’in meta halini bozma endeksine yeni bir endeks ekleme önerisi büyük ölçüde, feminist literatürün ciddiye alınarak yapılmış bir değerlendirilmesinin sonucudur –emek piyasası katılımını özgürleşme için bir kazanım olarak ele alma ve yalnızca sömürünün kaynağı olarak görmeme ihtiyacı. Bu fikir, emek piyasasına katılımı refah devletinin temel hedefi olarak ve bireysel iyileştirmenin(betterment) temel aracı olarak gören üçüncü yol teorisyenleri tarafından ya da hatta aşırı muhafazakarlar tarafından ileri sürülen türde politikalarla gayet uyumlu görünmektedir. Sonuç

Küreselleşme ile birlikte sosyal politikalar daha ziyade sosyal kapsama/dışlama kavramları etrafında tanımlanır olmuştur: Sosyal olarak dışlanmış olanları yeniden entegre etmeyi amaçlayan, “New Deal” ve “Welfare to Work” benzeri politikalar oluşturulmuştur. Levitas (1996) sosyal kapsama amacıyla tasarlanan yeni sosyal güvenlik politikalarının geliri yeniden dağıtmaktan ziyade, sosyal politika hedeflerini ahlaki terimlerle yeniden tanımlamaya dönük bir dizi iç içe geçmiş mekanizmadan ibaret olduğunu öne sürer. Levitas’a göre yeni politikalarda bir yandan ahlaki sorumlulukların altı çizilmekte, diğer yandan bir takım bireyler sınıf dışı olarak konumlandırılmaktadır. Her ikisi de kendilerini ‘dışlanmış’ bulanların, çalışma etiğinin ahlaki enjeksiyonu yoluyla ‘sosyal entegrasyon’unu amaçlamaktadır. Sosyal kaynaşmayı piyasaya eklemlenme ile sağlama ve diğer yandan eşitsizliği bir patoloji olarak ve daha ziyade bireysel yetersizliklerin sonucu olarak görme bu politikaların ortak özelliğidir.

Son yıllarda sosyal politikalarda sosyal haklardan çalışma eksenli sosyal güvenliğe, kamudan özele, hak sahibinden tüketiciye doğru bir kayma olduğu açıktır. Ancak soru bu kaymanın neden gerçekleştiğidir. Örneğin Bauman (1998) bu kaymayı emek piyasasının ihtiyaçlarını aşan bir nüfus fazlasının varlığına bağlamaktadır –ve Ahmet H. Köse (SKHKG 2003) bunun artık yedek sanayi ordusu olarak değil piyasadan dışlanmışlar olarak ele alınması gerektiğini söylemektedir. 1980 öncesi sermaye birikimi devletin konut, eğitim, sağlık veya işsizlik sigortası gibi önemli hizmetlerinin sunumunda aktif rol üstlenmesini gerektirmiş ve Bauman’a göre bu nitelikli emek gücünün yeniden üretimini ve yedek sanayi ordusunun hayatta kalmasını garantilemiştir, ki bunların her ikisi de savaş sonrası kapitalist genişleme açısından temel önemde olmuştur. 1980’lerden itibaren ise, sermaye birikimi emekgücünün kullanımından feragat etmiştir. Bunun bir sonucu olarak da sosyal politikaların rolü değişmiş, “ihtiyacı olan”a dönük ve –mesleki eğitim ve istihdam politikaları yoluyla- kapitalizmin güvencesiz, niteliksiz emekgücü ihtiyacına ve artık nüfusun kontrolüne hizmet etmeye başlamıştır. Bu bağlamda sosyal kapsama politikaları retoriği sermayenin bir yedek sanayi ordusu olarak bundan böyle ihtiyaç duymadığı artık bir nüfusun ortaya çıkışıyla ilintilidir. Bauman’a göre, refah devleti giderek kalıntı haline dönüşecek ve sosyal politika giderek kapitalist emek piyasasından dışlanmış olan bir nüfusun kontrolü ve yönetimini düzenleme aracı olacaktır.

Bauman’ın önermelerinin doğru olması için sosyal dışlanmaya konu olanların emek piyasası ile ücretli emek statüsü ile hiçbir bağının olmadığını varsaymak gerekir. Oysa emek piyasasının içinde ya da dışında yeralanlar çeşitli düzeylerde dışlanmaya tabi olmaktadırlar. Başka bir deyişle dışlanma yalnızca işsizlerin değil, istikrarsız, esnek çalışanların da sorunudur. Günümüz kapitalizminin sınırları içinde bu duruma maruz kalanların Dinerstein’ın (2002) öne sürdüğü gibi iş için dilenme ve emekgüçlerini bir meta olarak sunmaya devamlı hazır olma durumunun dışına çıkmaları mümkün görünmemektedir.



http://www.sosyalhaklar.org/index.php?option=com_content&view=article&id=

115:sosyal-guevenlik-ve-emek-pyasas-sermin-sarca&catid=35:makaleler&Itemid=54


17.03.2009

Sanal Evren Ve Haber Dünyası

Jean BAUDRILLARD

Kafanızda iki imge canlandırın. Bunlardan biri: İkiz Kulelerin önünde bir yerlerdeki sıralardan birinde, dizleri üzerindeki evrak çantasına yapışmış vaziyette oturan, bronzdan bir heykel ya da şu Pompei harabelerinde bulunan kavrulmuş insan bedenlerinden birini andıran ve çökmüş kulelerden yağan toz toprağın altında kalmış teknokratın görüntüsü olsun. Bu teknokrat görüntüsü sanki öngörülemeyen bir felakete uğrayan dünya çapındaki bir gücün dokunaklı bir sureti, bir tür bu olaya imzasını basan bir görüntüdür.

Diğer imgeyse şöyledir: İkiz kulelerden birindeki atölyesinde bir sanatçı., kulelerin önündeki meydana dikilmek üzere, bedeni oklarla delinmiş bir Aziz Sebastien heykelinin modern versiyonunu andıran bir yapıt üzerinde çalışmaktadır. Model olarak kendi bedenini almış olup, bu bedenin içinden uçaklar geçmektedir.

11 Eylül sabahı kuledeki atölyesinde bu heykel üzerinde çalışmakta olan sanatçının öngördüğü olay gerçekleşerek kendi ölümüne yol açmıştır. Gerçek bir olaya dönüşen düş ürünü bir sanat eseri için bundan daha kusursuz bir kutsama töreni düşünülemezdi.

Burada: İstisnai, şimşek hızıyla olup bitmiş, tarihin sonu denilen tek düzeliği bir anda aşıp geçmiş olan tek bir olayla ilgili iki alegoriden söz edilebilir. Hiçbir şeyin gelip kendisini rahatsız edemeyeceği bir dünya düzeni ya da olay-olmayan-olaya mahkum edilmiş bizlerin içinde bulunduğu duruma son verebilmiş tek olay 11 Eylüldür.

İnsan bedenleri, akıp giden zaman ve konuştuğumuz dile özgü tüm işlevleri iletişim ağı örneğinde olduğu gibi bir araya getiren, bütün kafalarda zihinsel bir perfüzyona yol açılmış olunan bir aşamada, en önemsiz bir olay hatta tarihin kendisi bile bir tehdide dönüşmektedir.

Öyleyse gerçekleşebilecek her türlü olayı önceden tahmin edebilecek bir güvenlik sistemi oluşturmak gerekmektedir.

Günümüzde evrensel strateji adı altında inanılmaz bir önlem/tedbir ve caydırma stratejisi güdülmektedir.

Steven Spielbergün Azınlık Raporu/Minority Report başlıklı filminde böyle bir öykü sunulmaktadır.

Filmde yakın bir gelecekte işlenebilecek suçları önceden tespit edebilen önsezilere sahip beyinler (precogs) aracılığıyla suçluyu suçu işlemeden yakalayıp, etkisiz hale getiren komandolar (pré-crimes) vardır.

Buna benzeyen bir başka film de: Dead Zonedur. Bu filmdeki kahraman da geçirdiği bir kaza sonucu insanüstü yeteneklere kavuşmakta ve öykünün sonunda, gelecekte savaş suçlusu olacağını öngördüğü bir politikacıyı öldürmektedir.

Irak savaşının senaryosu da bundan farklı değildir. Henüz gerçekleşmemiş bir eylem (yani Saddamın kitle imha silahlarını kullanma iddiası) bahane edilereksuç daha kuluçka aşamasındayken saf dışı edilmeye çalışılmaktadır. Doğal olarak burada sorun suçun gerçekten işlenip işlenemeyeceğini tespit edebilmektir.Ancak bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Önemli olan sanal suçun sözcüğün gerçek anlamında cezalandırılmış olmasıdır.

Burada bir genelleme yapacak olursak, yalnızca her türlü suçu değil aynı zamanda mevcut düzen ya da gezegen boyutlarındaki baskı düzenini bozmaya yönelik her türlü programın sistemli bir şekilde engellenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz.

Günümüz politikası neredeyse bundan ibaret bir şey haline gelmiştir. Bugün artık olumlu bir politik iradeden söz edebilmek mümkün değildir. İktidar olumsuz anlamda bir caydırıcı, kamu sağlığını koruyucu, güvenliği sağlayıcı, bağışıklık sistemini kuvvetlendirici, önlem alıcı bir güçten başka bir şey değildir.

Bu strateji yalnızca geleceği değil aynı zamanda geçmişte yaşanmış olayları da kapsamaktadır. Örneğin 11 Eylül olayının neden olduğu eziklik Afganistan ve Irak savaşlarıyla örtbas edilmeye çalışılmaktadır.

İşte bu yüzden bu savaşın aslında bir amaç ya da hedeften yoksun bir yanılgı, sanal yani gerçekleşmemiş bir olay, bir tür lanet okuma, bir şeytan kovma biçimi olduğu söylenebilir.

Bu savaş zaten bu yüzden bitmeyecektir çünkü bu lanet okuma süreci bir türlü bitmek bilmemektedir. Bu savaşın önlem amaçlı olduğu söylenmektedir – oysa geçmişi hedeflediği yani 11 Eylülde gerçekleştirilmiş terör eyleminin o gezegen boyutlarındaki denetim üzerinde yaratmış olduğu etkileri silip, yok etmeye yönelik bir girişim olduğu söylenebilir.

Sıfır ölü zorunluluğu üzerine oturtulmuş olan güvenlik saplantısı nedeniyle: Eylem, düşman ve ölüm dümdüz edilip, ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.

Mevcut dünya düzeninin amacı kesinkes olaysız bir dünyada yaşanmasını sağlayabilmektir. Oysa bu bir anlamda tarihin de sonu demektir. Ne var ki bu son Fukuyamanın istediği gibi demokratik bir olgunlaşmayla değil terörü önlemeye yönelik bir terör, her türlü olay olasılığını ortadan kaldıran bir karşı terörle gerçekleşeceğe benzemektedir. Güvenlik adı altında teröre başvuran bir sistem sonunda bu terörü bizzat kendine uygulamak durumunda kalmıştır.

En sonunda terörü içselleştirerek kendine karşı teröristçe davranan, hem vahşi hem de politik bir tözden yoksun, kendi halkına karşı düşmanca bir tavır sergileyen bu anti-terörist küresel sistemde insanı ürküten ironik bir yan vardır.

Acaba bu ironide soğuk savaş ve terör dengesindekini anımsatan özgü bir şeyler mi vardır? Oysa günümüzdeki caydırma girişimi soğuk savaşla ilişkisiz, dengesini yitirmiş bir terör üzerine oturmaktadır. Daha doğrusu bu tüm toplumsal ve politik yaşantıyı kılcal damarlarına kadar darmadağın eden evrensel bir soğuk savaşa benzemektedir.

İktidarın kendi kazdığı kuyuya düşme çabası Moskovada yaşanan tiyatro baskınıyla en dramatik düzeye ulaşmıştır. Bu katliam sırasında rehineler, teröristlerle birlikte öldürülmüştür. Bu olay deli dana sendromu yaşandığı sırada, önlem amacıyla, tüm sürünün yok edilme işlemine benzemektedir – Tanrı öteki dünyada sevgili kullarını hiç kuşkusuz diğerlerinden ayıracaktır!

Örneğin, Stockholm sendromunun yaşandığı sıralarda, ölülerin birbirine karıştırılması hepsini sanal anlamda suçluya dönüştürmüştür (keza Azınlık Raporu adlı filmde suç işleyeceği öngörülen, suçlu olmayan suçlunun, suçu işlemeden cezalandırılması ona daha sonra masum insan muamelesi yapılmayacağını göstermektedir).

Durum gerçekten de böyledir zira iktidarlar açısından kendi halkları potansiyel teröristtirler. Oysa iktidarlar cezalandırma yöntemine başvurarak kendilerine rağmen bu terörle suç ortaklığı yapmaktadırlar. Terör ve ceza arasındaki bu eşdeğerlik ilkesi hepimizin iktidarın sanal rehinesi olduğunu göstermektedir. Buradan hareketle tüm iktidarların, tüm halklara karşı bir koalisyon oluşturduklarını ileri sürebiliriz – bunun bir ilk örneğini Irak işgali sırasında yaşadık çünkü bu işgal olayında tüm iktidarların rızaları az çok üstü kapalı bir şekilde alınmışken, dünya kamuoyu hiçe sayılmıştır. Dünyada bu savaşa karşı gerçekleştirilen gösteri yürüyüşlerinin ortaya koyduğu bir şey varsa, o da ortada olası bir karşı iktidarın varlığından çok Amerikanın Realpolitique uygulaması karşısında Uluslararası toplumun herhangi bir kıymeti harbiyesinin bulunmadığı gerçeğidir.

Bundan böyle karşımızda herhangi bir egemenlik ya da temsil edilme sorunu olmayan eylem halinde saf bir güç bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu tamamıyla olumsuz bir güçtür. Egemenliğini temsil edilme/etme üzerine oturtan, politik amaçlara sahip bir iktidarın dengesini koruyabileceğini söyleyebiliriz – en azından böyle bir iktidarla mücadele edebilir, varlığını tehlikeye sokabiliriz. Oysa bu tür bir egemenlik biçiminin sona ermesi durumunda meydanın ölçü kavramından yoksun, karşısında dengeyi sağlamaya yönelik bir karşı gücün bulunmadığı, vahşi (bu doğal değil teknik bir vahşiliktir) bir iktidara kaldığı görülmektedir.
Böyle bir toplumunsa, tuhaf bir şekilde dönüp dolaşıp sonunda iktidarın ne olduğunu bilmeyen ilkel toplumlara benzediği söylenebilir. Lévi-Straussa göre bunlar tarihsiz toplumlardır. Peki ya günümüz dünya toplumu olarak, bizler, küresel boyutlarda kendini dayatan bu güçten çekinip, yeniden tarihsiz bir topluma dönüşürsek ne o
lur?

Oysa küresel iktidar adlı gerçeklik demek, bu iktidarın sonu demektir. Öngörü ve olayları denetleyen bir güvenlik gücü üstüne oturan ve karşısına çıkan hayaletleri saf dışı etmekten başka bir şey düşünmeyen bir iktidar da bir hayalete dönüşmüş olup, kendisine her an zarar verilebilecek hassas bir varlık gibi görülebilir. Bu iktidar sınırsız bir sanal güce sahiptir. Bir başka deyişle dünya çapında enformatik programları üretme ve işleme koyma, borsalar oluşturma, haber ve hizmet, vs programlayabilmektedir. Oysa bu güç onun oyunun bir parçası olmasını engellemekte, kendi iç çelişkileri ve boşlukları nedeniyle de ancak kendi kendinin rakibi olabilmektedir.

Gücünün doruğundaki bu iktidar herkese rezil olmaktadır.
İktidar Cehennemi denilen şey sözcüğün gerçek anlamında bu türden bir şeydir.

Olaylar temelde haberler aracılığıyla denetlenmektedir. Gündelik haberler tarihin yok olmasına hizmet eden en etkili tezgahtır. Ekonomi-politik nasıl değer yaratmaya yarayan devasa bir tezgahsa; haber sisteminin tamamı da gösterge niteliğine sahip olay üretmeye yarayan bir düzendir. Bu gösterge/olaylar evrensel ideoloji, gösteri, felaket, vs pazarında bir değere sahip mal örneği değiş tokuş edilmektedirler – özetle bu sistem olaysızlık üretmeye yaramaktadır. Buradaki haber soyutlaması, ekonomi alanındaki soyutlamaya benzemektedir. Bu soyutlama sayesinde nasıl tüm mallar kendi aralarında değiş tokuş edilebiliyorlarsa, tüm olayların da aynı şekilde kültürel haber pazarında birbirlerinin yerini alabildikleri söylenebilir. Sahneye konulması ve kodlanmış bir görüntü silsilesine indirgenmesi mümkün olmayan özgün bir olay yani olayı olay yapan şey bu yöntemle ortadan kaldırılmıştır. Günümüzde olaylar artık gerçekten olup bitmemektedir. Bunun nedeni canlı yayın adı altında gerçekleştirilen üretim ve dağıtımdır- olaylar bu canlı yayın denilen haber adlı boşluk içinde kaybolup gitmektedirler.

Çünkü bu haber düzeni önce olayları tözlerinden arındırmakta, daha sonra yapay bir yer çekimi ortamı yaratıp onları gerçek zamanlılık/eş zamanlılık adlı yörüngeye oturtarak bu kez de tarihsel özlerini emmekte ve ardından politika-ötesi bir yer haline gelmiş olan haber sahnesi aracılığıyla seyircisine sunmaktadır.

Olay-olmayan-olayla hiçbir şeyin olup bitmediği bir yerde karşılaşamazsınız.
Tam tersine olay-olmayan-olayla her şeyin durmadan değiştiği, sonu gelmeyen bir güncellemeyle gerçek zamanlı kesintisiz bir sürekliliğin yaşandığı yerde karşılaşılmaktadır. Bu her şeyi her şeyi aynı düzeye indirgeme anlayışı, bu duyarsızlık, olayın sıfır derecesi denilebilecek bu pespayeliğe yol açan şey de zaten budur

Bu dur durak tanımayan tırmanış, aynı zamanda bir tür üretim artışı anlamına gelmektedir – ya da buna bir tür moda diyebiliriz ki, modanın yaşamın bütünüyle ilgili kusursuz bir eskime ve (kompulsif) zorlayıcı değişim örneği olduğu söylenebilir. Modellerin egemenliği altına giren bir farklılık kültürüyse her türlü tarihsel sürekliliğe son vermektedir. Olaylar tarihsellik çizgisine uygun bir şekilde olup bitmek yerine boşlukta art arda dönüp gelmektedirler.
Söylev ve imgelerin bu bolluğu karşısında savunmasız, çok yakında çıkabilecek bir savaş tehlikesi karşısındaki kadar çaresiz, şaşkınlıktan donup kalmış bir vaziyetteyiz. Bu bir yalan haber ya da habere boğma sorunu değildir. FBI birimlerinin haberleri belli amaçlar doğrultusunda güdümlemeyi hedefleyen bir Yalan Haber Ajansı kurmak istemeleri saflıktan başka bir şey değildir – bu tamamen yararsız bir girişimdir çünkü yalan haberi doğuran şey haber bolluğu, haberin büyüleme gücü ve durmadan yineleniyor olmasıdır ki, böyle bir süreç nötron bombası ya da çevredeki tüm oksijeni yutan bomba örneklerinde olduğu gibi paramparça ve bir şey algılamanın mümkün olmadığı bir uzamsal boşluğun oluşmasına yol açmaktadır. Burada savaş dahil her şey imgeler ve yorumların gerçeğin yerini alması sayesinde başlamadan bitmektedir. Belki de olup bitmekte olan olay konusunda, gerçekten sözü edilebilecek bir şey yoktur. Tıpkı acımasız bir senaryoya uygun bir şekilde sürdürülen ancak nasıl sonuçlanacağı konusunda en ufak bir fikre sahip olunmayan şu savaşta olduğu gibi.

Olaya naklen sunulan olay görüntüleri tarafından kısa devre yaptırma işleminin en açık ve seçik şekilde görüldüğü yer medya evrenidir.
Haberciler sanki olaydan önce olay yerine ulaşmış gibidirler.
Bir felaket yaşandığında gazeteciler ve foto muhabirleri (/kameramanlar) yardım ekiplerinden önce olay yerine ulaşmaktadırlar. Ellerinden gelse felaket öncesinde orada olurlar. Ancak en iyisi olayı yaratmak ya da olay kışkırtıcılığı yaparak taze taze sunma ayrıcalığına sahip olmak.

Bu olay spekülatörlüğü gelişe gelişe sonunda Pentagon önderliğinde oluşturulan Olay Borsasında suikast ya da felakete biçilen değer üzerinden bir alım satım işlemine dönüşmüştür.

Bir olayın gerçekleşebileceğine inanıp, onun gerçekleşeceğine inanmayanlarla bahse tutuşuyorsunuz. Bu spekülasyona dayalı piyasa tıpkı soya ya da şeker piyasası gibi çalışmaktadır. Afrikada AİDSten ölenlerin sayısı konusunda spekülasyon yapabileceğiniz gibi. San Andreadaki fayın çökmesi konusunda da yapabilirsiniz (burada Pentagonun spekülasyona dayalı bu serbest piyasanın öngörülerine gizli servislerinkinden daha çok değer verdiği söylenebilir).

Bu açıklamalar doğrultusunda bir uzmanın işlediği suç konusunda konuşmak kolaylaşmaktadır. Bir olayı gerçekleştirmeden önce olayın değeri üzerinden bahse tutuşmaksa en uygun çözümdür (Bin Ladinin 11 Eylülden önce TWA hisse senetleri üzerinde bu tür bir spekülasyon girişiminde bulunduğu söylenmektedir).
Bu olay insanın karısını öldürmeden önce onun adına bir yaşam sigortası yaptırmasına benzemektedir.

Tarihsel zaman süreci içinde ortaya çıkan (çıkmış olan) olayla naklen yayınlanan haber şeklindeki olay arasında çok büyük bir fark vardır.

Gezegen düzeyinde bir denge bozukluğuna yol açan bu elektronik sinyal yönetimi ve piyasalarına uygun olay dünya çapında olmak ya da daha doğrusu dünya boyutlarına taşınabilen bir olay-olmayan-olay olmak durumundadır: Dünya Kupası, 2000 yılı kutlamaları, Diananın ölümü, Matrix, vb şeyler.

Bu olaylar üretilmiş olsalar da olmasalar da, haber ağları tarafından sessiz bir salgın hastalık gibi yönlendirilmişlerdir. Bunlar sahte olaylardır.

François de Bernard, yaptığı çözümlemede Irak savaşını sinema kuramı ve pratiğinin birebir karşılığı şeklinde sunmaktadır. Gördüğümüz şeyler oturduğumuz koltuklarda sürekli kasılmamıza yol açmıştır. Bu bir filme benzeyen bir şey değil filmin ta kendisidir. Bu savaşın dekupajı yapılmış bir senaryosu vardır, bu yüzden sahneye koyma sürecinde bu metne uyulması bir zorunluluğa benzemektedir.

Oyuncu seçimi, teknik ve mali olanaklar çok titiz bir çalışmanın sonucudur . Bu bir profesyonel işidir. Bu ekip filmin yayınlanması ve kanallara dağıtım sürecine de hakimdir. Sonuç olarak bu işlemsel savaş devasa bir özel efekte, sinema bir savaş paradigmasına dönüşürken, bizler, bu filmin gerçek olduğunu düşünüyoruz. Oysa bu yansımalar sinematografik bir varlığa dönüşmüş savaş imgelerinden başka bir şey değildir.

Öyleyse sanal savaş bir metafor değildir.

Bu, gerçeklik denilen şeyin sözcüğün gerçek anlamında düşselleştirilmesi ,daha doğrusu gerçeğin derhal/anında bir kurmacaya dönüştürülmesidir.

Böyle değerlendirildiğinde gerçeğin bittiği yerde, sanal, onunla çakışması mümkün olmayan ancak ona neredeyse yapışık denilecek kadar yakın bir mesafede, bu birinciye koşut ikinci bir evren oluşturmaktadır.

Zaten bu hikayede yalnızca gerçeğin gerçekliği değil aynı zamanda sinemanın sunduğu gerçeklik de önemlidir. Bu olayın biraz Disneylandı anımsattığı söylenebilir. Şöyle açıklayalım: Eğlence parkları sıradan yaşamı Disneyland türü bir eğlence parkına dönüştürme konusunda bir bahane işlevi görmüşlerdir – aslında bu parklar yaşama ait tüm alanların bir eğlence parkına benzetilmeye çalışıldığını bir şekilde gizlemeye çalışmaktadırlar.

Sinema için de benzer şeyler söylenebilir. Günümüzde karşımıza sinema olarak konulan şey, söz gelişi toplumsal ve politik yaşamdan, manzaraya, savaşa, vs kadar hemen her şeyi ele geçirmiş olan bir sinematografik biçimin somut alegorisinden başka bir şey değildir – buna yaşamın bütünüyle senaryolaştırılmış biçimi de diyebilirsiniz.

Sinema hiç kuşkusuz bu yüzden giderek sinema olma özelliğini yitirmektedir çünkü gerçeğin yerini almaya çalışmaktadır. Gerçek giderek sinemayı yok ederken; sinema da giderek gerçeği yok etmektedir. Bu olay her ikisinin de özgünlüklerini yitirmelerine yol açan bir tür karşılıklı kan alış verişi işlemine benzemektedir.

Tarihi bir filme benzetecek olursak –ki, tarihin bize rağmen bir filme dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz-, bu durumda habere ait gerçekliğin, tarih adlı filmin ses-görüntü eşleştirme (post-senkronizasyon), dublaj, altyazı gibi işlemlerinden ibaret bir şey olduğunu söyleyebiliriz.

Federal Almanya Cumhuriyeti merhum Demokratik Almanyaya özgü toplumsal yaşantı ve dekorun yeniden yaratılıp, sahneye konulacağı bir eğlence parkı inşa edecek (bir nostalji biçimi olarak ostalji= Doğu Bloku yaşantısına duyulan özlem!). Öyleyse henüz tamamıyla ortadan kalkmamış bir toplumun canlı canlı bir anıta dönüştürülmeye çalışıldığı söylenebilir.

Aktüaliteyle iç içe girmekle yetinmeyen simülakrın, Gerçeğin yakın bir gelecekte hem şimdiki zaman dilimi hem de tarihi dışlayıp yalnızca gerçek zamanlı (yani naklen yayın/canlı yayına benzeyebileceği) türünden bir izlenim bıraktığı da söylenebilir.

Bu durumda tarih bizler için, doğal olarak yeniden nostaljik bir nesneye dönüşmekte ve herkes tarih, tarihe yeniden saygınlığını kazandırma (rehabilitasyon), anı alanları oluşturma sevgisiyle yanıp tutuşmaya başlamaktadır – sanki bir yandan tarihin sonunu yaşarken diğer yandan onu ayakta tutmaya çalışır gibiyiz.

Tarihse amaçlarının ötesine geçmiş gibidir. Bir zamanlar tarihsel olayın da bir tanımı vardı. Devrimse tarihsel bir olay modeliydi.Olay ve tarih kavramları bize o günlerden miras kalmıştır. Tarihsel olayı, sürüp giden bir zaman sürecinin önemli aşamalarından biri gibi çözümleyebilmek mümkündü. Zamansal sürecin kesintiye uğramasıysa bütünsel bir diyalektiğin parçası olarak algılanmaktaydı.

Her türlü ideolojiyi dışlayan, yalnızca sinyallerin dolanımı ve onların dolandığı ağlara önem veren bir dünya düzeninin kendini dayatmasıyla bu süreç sona ermiştir. Bu genel dolanım düzeni içinde tarihsel açıdan onun atası sayılabilecek Aydınlanma çağına ait tüm amaç ve değerlerin yok oluşuna tanık olunmaktadır. Zira modernleşme bir düşünce, bir ideal ve bir düşgücüne sahipti. Oysa azgın bir maddi gelişme süreciyle birlikte hepsi ortadan kaybolup gitti.

Tarih konusunda da gerçeklik konusunda söylenenlere benzeyen şeyler söylenebilir. Bir zamanlar bir gerçeklik ilkesi vardı. Sonra bu ilke ortadan kalkıp, gerçeklik kendisini belirleyen ilkenin elinden kurtulunca, şuurunu yitirmiş bir halde oradan oraya yalpalamaya başladı. Logaritmik bir şekilde gelişip ilkesiz, başı sonu olmayan ancak olasılıkların hepsini yaşama geçirmeye çalışan, bütünsel bir gerçekliğe dönüştü. Ürettiği ütopyayı yok eden bu gerçeklik ilkesini, öldükten sonra yaşayamaya devam eden bir şey gibi görebiliriz.

Oysa tarihin sonu demek tarihin son sözünü söylemiş olduğu anlamına gelmemektedir.
Zira bu sonsuza dek programlanmış olduğu sanılan olmayan-olay düzeninde karşımıza bir başka olay tipinin çıktığı görülmektedir.
Bunlar tarihe özgü terimlerle açıklanması mümkün olmayan, tarihsel nedenlerle ilişkisiz, öngörülemeyen, bunalıma yol açan olaylardır – bunlar sanki kendi temsil ettikleri şeyleri hatta kendi simülakrlarını yok etmeye çalışan olaylara benzemektedirler

Bunlar medyanın oluşturduğu, şu insanı canından bezdiren aktüalite akışını devre dışı bırakan ancak tarihin yeniden ortaya çıkmasına ya da (11 Eylül konusunda söylendiği gibi) sanal evrenin içinden bir gerçeğin çıkmasına yol açamayan olaylardır. Bunlar tarihi değil, tarih-ötesi olaylardır çünkü tarihe son vermiş bir sistemde olup bitmektedirler. Bunlar bu sisteme özgü ani içsel sarsıntılara benzemektedirler.

Bu şekilde ortaya çıktıklarındaysa bilinçli bir düzensizlikten çok mutlak bir kargaşaya yol açan Kötülük adlı güçten esinlenmiş olaylara benzemektedirler.

Tuhaflıkları nedeniyle bu olayları açıklayabilmek mümkün değildir. Ölçüsüz bir şekilde dört bir yana tehlikeli bir şekilde yayılmış bir sistem kadar ölçüsüzdürler.

Yeni Dünya Düzeninde devrimler sona ermiştir. Bundan böyle içsel sarsıntılardan söz etmek gerekecektir.

Kusursuz bir şekilde çalışan bir mekanizma gibi, kusursuz bir sistemde de bunalımlardan söz edilemez. Olsa olsa işlevsel bozukluklar, boşluklar, eksiklikler, damar genişlemelerinden söz edilebilir.

Bu arada olayla kazanın aynı şey olmadığını bilmek gerekiyor.

Kaza bir semptom, geçici bir işlevsel bozukluk, (doğal ya da) teknik öngörülebilir anormal bir durum olup, güncel risk ve öngörü politikası tümüyle onun üstüne kuruludur.

Oysa olay işlevsiz kılma özelliğine sahip , anormal bir şeydir zira ulaşabileceği en üst nokta, en kusursuz aşamaya ulaşmış bir sistemde içsel olumsuzluk ve ölümü yeniden devreye sokabilmektedir. Olay, böyle bir gücün kendine karşı bir güce dönüşmesine yol açan bir yöntemdir. Burada sanki sistemin tamamı gücünü oluşturan unsurların yanı sıra, gelip kendini alt üst edecek bir kötülük meleğini gizlice besleyip büyütüyor gibidir.
İşte bu anlamda olayı bir kaza gibi öngörebilmek mümkün değildir zira hiçbir olasılık oyunu içine sokulamamaktadır.

Marxın devrim ve komünizmin hayaleti sayılabilecek şey konusunda yaptığı çözümlemeyle güncel durum arasında belli benzerlikler vardır. Marx, proletaryanın kapitalizme son verecek tarihi aktör olduğunu söylüyordu – bir anlamda onu kapitalin kötülük meleği gibi görüyordu çünkü kapitalizmin, proletaryanın yükselişiyle birlikte, kendini yok edecek içsel virüsü yaratmış olduğunu düşünüyordu. Oysa komünizmin hayaletiyle terörizminki arasında radikal bir fark vardır. Zira kapitalizm, bünyesinde barındırdığı çözme/bölme özelliğine sahip mayayı gizli bir düşmana, sınıfsal anlamda bir rakibe dönüştürüp, sonra da ticari sömürünün ötesinde bir noktaya taşıma becerisi göstererek, bu tarihi devinimi kapitalin daha gelişmiş bir üst aşamasında yeniden bir araya getirici güç olarak kullanmayı bilmiştir.

Kapitalizmden çok daha kesin sonuçlar elde etmeye çalışan terörizm ise tarihi boyuttan yoksun, kendisiyle uzlaşma olanağı bulunmayan bir düşmandır. Sınıf mücadelesi denilen şey tarihsel olaylara yol açmışken, terörizm denilen şey başka tip olaylara neden olmaktadır.
Küresel güç (bu gücü kapitalizm olarak nitelendirmek pek doğru değildir) günümüzde artık yalnızca kendi kendisiyle boğuşmak durumundadır. Bundan böyle bu güce komünizmin hayaleti değil kendi hayaleti kafa tutacaktır.

Devrimlerin (ve daha genelinde tarihin) sona ermesi, dünya çapındaki bu güç açısından kesinlikle bir zafer olarak değerlendirilemez. Bu zaferden çok onun sonunu haber veren yazgısal bir işarete benzemektedir.

Tarihse, bizim ortaya attığımız iddialardan biri olup, onu olabilecek en yoğun şekliyle yaşadık.

Oysa değişim için minimal yoğunlaşma yeterlidir - değişim süreci içinde her şey peş peşe ortaya çıkmakta ve sırayla birbirinin yerine geçmekte ve bu hızlı akış sonunda, sanki hiçbir kıpırdamanın görülmediği bir tür durağanlığa yol açmaktadır: Örneğin şu aktüalite girdabına saplanan izleyici sanki hiçbir şeyin değişmediği gibi bir izlenime kapılmaktadır.

Her türlü akım, ağ değiş tokuşunun genelleştirildiği evrensel bir iletişim sürecinde, bizim tehlike sınırını çoktan aşmış olduğumuz bu değiş tokuş biçiminin, artık gelişme içerikli basit bir bunalım olmaktan çıkarak bir felaket, ani bir içe göçmeye benzediği ve kendi kendini yadsıdığı bir noktaya geldiği söylenebilir. Bütün bunları: (tıpkı haber miktarındaki aşırı bollaşmanın bilgi düzeyinde bir düşüşe yol açması gibi) gerçeklik kat sayısındaki bir azalma eğilimi olarak adlandırabiliriz.

Her şeyin her şeyle değiş tokuş edilebildiği bir dünyada değerin hiçbir anlam ifade etmediği söylenebilir.

Küreselleşme kusursuz bir düzene benzedikçe tüm çelişkilere bir son verebileceğini sanmıştı – oysa bu gıyabında konuşulan düzende her şey bir sonuç elde edilemeyen denkleme ait eşdeğer birimlere benzemektedir.

Bundan böyle diyalektik, sentezle sonuçlanan tez ve antitez oyunu sona ermiştir. Tüm çelişkiler aynı düzeye indirgendiğinde karşıt terimler birbirlerini karşılıklı olarak çürütmeye başlamışlardır. Oysa bu karşılıklı çürütme olayının sonsuza dek sürüp gideceği düşünülemez zira her türlü diyalektik çözümlemenin ortadan kalktığı bir dönemde aşırı uçların tırmanışa geçtiği görülmektedir

(In progress) Sürekli gelişen bir tarih anlayışı, yönlendirici bir şema, ya da işlerin bunalımlar aracılığıyla götürülmesi artık mümkün değildir. Ne akılcı bir süreklilik ne de çelişkileri çözümleyebilecek bir diyalektik vardır. Yalnızca aşırı uçların paylaşımından söz edilebilir.

Evrenseli ezip, yok eden bu küresel güçle tarihsel mantığı dümdüz eden şu baş döndürücü değişim hızını bir kenara koyacak olursak geriye sanal bir tanrısal güçle ona vahşice karşı koyanlardan başka bir şey kalmamaktadır.

Küresel güç ve terörizm karşıtlığı bu türden bir şeydir – Amerikan hegemonyası ve İslâmi terör arasındaki güncel karşılaştırma, bu küresel güçle onun küreselliğini reddedenler arasındaki düellonun yalnızca küçük bir parçasıdır.

Bu karşıt güçler arasında bir uzlaşma olasılığı yoktur çünkü karşıt güçler arasında asla barış olmadığı gibi, bir gücün bütün dünyayı egemenliği altına alabilmesi de mümkün değildir.
Vahşice direnen bir düşünceyle bir barış olasılığı yoktur. Bu bağlamda olayların sona ermesi de söz konusu olamaz. Olsa olsa geçici bir süreyle durdurulabileceği ve bir gün aniden yeniden başlatılabilecekleri söylenebilir.

Bu hiç yoktan iyidir çünkü yok edilemeyen İyilik İmparatorluğu bu yolla sürekli başarısızlığa uğratılmaktadır.

Olayın kesin bir tanımını yapmak ve düş gücü üzerindeki etkilerini belirlemek gerekmektedir. Bütün boyutlarıyla ele alındığında, olay, paradoksal bir şekilde ürkütücü bir tuhaflığa sahiptir çünkü olay beklenmeyen ve gerçekleşmesi olanaksız bir şeyin aniden ortaya çıkmasıdır- olay öylesine alışkın olunan bir şeydir ki, sanki (yazgısal anlamda) önceden tasarlanmış, bu yüzden de gerçekleşmesini engellemenin mümkün olmadığı ürkütücü bir sıradanlığa sahiptir.
Olayda başka bir gezegene özgü, yazgısal, hiçbir gücün engellemeyeceği bir takım özellikler vardır.

İşte bu anlamda olay karmaşık ve çelişkili bir şey olup, düşgücünü çok derinden etkileyebilmektedir. Olay bir yandan şeylerin akış sürecine müdahale ederken, bir yandan da insanın ağzını açık bırakan bir kolaylıkla gerçeğin bir parçası haline gelebilmektedir.

Bergson Birinci Dünya Savaşını bu şekilde açıklamaktadır. Savaş çıkmadan önce savaşın hem çıkabileceği hem de çıkabilmesinin olanaksız olduğu söylenmiştir (bu açıdan Irak Savaşıyla tam bir benzerlik göstermektedir). Bergson bu kadar müthiş bir olasılığın soyuttan somuta, sanaldan gerçeğe bu kadar kolay bir şekilde geçebilmesi karşısında hayretler içinde kalmaktadır.

11 Eylül olayı gerçekleştiği sırada açıkça belli etmeden yaşanan coşku ve dehşet karışımı atmosferde de benzer bir paradoks vardır.

İmkansız bir olayın gerçekleştiği bir durumda insan böyle bir duyguya kapılabilmektedir.

Çünkü genelde şeylerin gerçekleştirilmeden önce zihinsel açıdan kabul edilmesi gerekmektedir. Mantıksal ve kronolojik düzen bunu zorunlu kılmaktadır. Ancak böyle olduğunda sözcüğün gerçek anlamında bir olaydan söz edebilmek güçleşmektedir.
Irak savaşı böyle bir olaydır. Savaş öncesi o kadar uzun ve ayrıntılı bir şekilde programlanmıştır ki, daha başlamadan tüm olasılık hesapları tüketilmiştir. Herkesin her an olabileceğine inandığı bir savaşın olmasına gerek yoktu. Çünkü bir olay olma özelliğini yitirmişti. Irak olayında 11 Eylüldeki radikal olayın yol açtığı ve Kantın sözünü ettiği anlamda hayranlık uyandıran o coşku ve ürkütücülükten eser yoktur. Savaş adlı bu olay olmayan-olay insanda bir kandırılmışlık duygusu ve mide bulantısından başka bir şeye yol açmamaktadır.

Tam da bu noktada devreye, Bergsonda izlerine rastladığımız, olay metafiziği denilen şeyin sokulması gerekmektedir.

Bergson, büyük bir yapıt yoktan var olabilir mi sorusuna: Hayır, bu mümkün değil, büyük bir yapıttan söz edebilmek için önce somutlaştırılması gerekir yanıtını verdikten sonra: Yetenekli bir insan ya da bir deha aniden ortaya çıkıp bir eser tasarlayıp, yarattığında bu gerçek bir yapıt olarak algılanabilir ve ancak o zaman geriye dönük olarak büyük bir yapıttan söz edilebilir demektedir.

Olaya bu mantıkla yaklaştığımızda, bir anlamda, olayın öngörülmesinin mümkün olmayıp, yoktan var edildiğini ve ancak bir tasarı aşamasından sonra gerçekleştirilmesinin mümkün olabildiği söylenebilir. Zamansal paradoks bu türden bir şeydir. Bu zamansal tersine çevrilme özelliği bir olaya olay denilmesini sağlamaktadır.

Genelde düşünce biçimimiz imkansızdan, mümküne sonra da gerçeğe doğru yükselen bir hattı izlemektedir. Gerçek bir olayda gerçek ve olası aynı anda algılanmak ve düşgücü de aynı zaman dilimi içinde devreye girmek durumundadır. Bu gerçek zamanlılık denilen şeyin sahip olmadığı bir zamansal derinliğe sahip, tanık olunan olayın olup bittiği zaman dilimi için geçerli olan bir özelliktir.

Çünkü gerçek zamanlı sunum zamana ve olaya karşı bir tür saldırı olarak yorumlanabilir. Sanal görüntünün anındalık özelliği ve modellerin gerçeğin yerini aldıkları bir ortamda zamanın psikolojik boyutuyla olayın başı ve sonu denilen şey elimizden alınmaktadır – canlı olarak sunulamayan zaman dilimi(banttan yayın gibi) gerçek zamana (canlı yayına) oranla, bir anlamda kayıp zaman olarak nitelendirilmektedir.

Dünya üzerindeki bütün bilgi ve haber ağlarının aynı anda güncel olaylar üzerinde yoğunlaştığını düşündüğünüzde, zamanı olabilecek en küçük birimine yani: Ana indirgeyebilmek mümkün olmaktadır – ki, bu artık bizim yaşamakta olduğumuz (şimdiki zamana ait )bir An değil tüm gerçekliğiyle canlandırılan, tamamıyla soyutlanmış bir zaman dilimidir-. Böyle bir An, aniden ortaya çıkan her türlü olay ve ölüm olasılığının önüne geçmiştir.

İletişim, haber ve şu bitip tükenmek bilmeyen karşılıklı etkileşim alanına özgü gerçek zamanlılık(eş zamanlılık) denilen şey, zaman ve olay denildiğinde akla gelebilecek en kusursuz ikna aracıdır.

Her şeyin eş zamanlı bir şekilde olup bittiği ekran üzerinde, birkaç tıklamayla gerçekleştirilen dijital müdahale sayesinde, insana mantıklı görünen her şey sanal düzeyde mümkün olmaktadır - tabii bu da olayların gerçekten olup bitme olasılığını ortadan kaldırmaktadır.
Elektronik ve sibernetik sayesinde tüm arzular, tüm özdeşleştirme oyunları ve interaktif olasılaştırma süreçlerini programlamak ve kendi kendilerini programlamalarını sağlamak mümkündür. Her şeyi anında gerçekleştirme olanağı sıra dışı/özgün olayların ortaya çıkmasını engellemektedir.

Haber ya da eş zamanlı sunuma (gerçek zamana) özgü şiddet bu türden bir şeydir.

Gerçek Zamanlı sunum gelecek ve geçmiş adlı zamansal boyutların yanı sıra tarihsel zaman ve gerçek olayın da ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Örneğin: Shoah, 2000 Yılı gibi. Bunlar hiç var olmamış, hiç var olamayacak olaylardır.

Gerçek zamanlı sunum, haberler içinde yer alan ve bir olayın hemen o an, imge olarak sunumundan başka bir şey olmayan gerçek olayı bile yok etmektedir.

Haber/olay bize bir anlamda gerçekten o anda bir olay oluyormuş illüzyonu sunmaktadır- bu aslında gerçek olayı ortadan kaldıran, canlı yayın aracılığıyla aktarılan medyatik bir dünya illüzyonudur.

Bu noktadan hareketle izlediğimiz tüm görüntüler: olayın gerçekliğinden kuşku duyulması ve haber dünyasını suçlama gibi bir sorunsala yol açmaktadırlar.

Haber dünyası olaysal akış konusunda hem suçlayan hem de suçlanan taraf olduğu andan itibaren haber de bir olay yaratma sürecine dönüşmüştür.

Olay-haberin yerini sunulan-haber almış gibidir.

Olayın tarihselliği, izleyici üzerinde bıraktığı psikolojik etkinin süresi, olayı yorumlama ve değerlendirme konusunda harcanan öznel zamanla, gerçekliğe özgü nesnel zaman sunulan habere özgü eş zamanlılık tarafından işleme tabi tutulmaktadır.

Bir zamanlar bir tarih, bilim, iktidar öznesi olduysa bile bütün bunların günümüzde, dünyayı sunduğu haberler aracılığıyla yeniden yaratıp mesafeyle mesafe duygusunu ortadan kaldıran medyaya özgü gerçek zamanlı sunum tarafından yok edildikleri söylenebilir.

Olay yaşanmadan önce bir olay olasılığı yoktur.

Olay yaşandıktan sonraysa iş işten geçmiş demektir.

Bu yüzden olayın yeniden canlandırılmış biçimini sunmanın bir anlamı yoktur çünkü olayın kendisini sunabilmek imkansızdır. Örneğin 11 Eylül olayı önce gerçekleşmiş ve ardından olasılıklarla, nedenler üretilmiştir. Bütün söylevler onu açıklamaya çalışmıştır. Oysa olayın öngörülmesi ne kadar imkansızsa, yeniden canlandırılması da o kadar olanaksızdır. Keza CIA uzmanları saldırının gerçekleşmesinden önce konuyla ilgili bütün bilgilere sahip olmakla birlikte böyle bir olasılığa inanmamışlardır. Çünkü bu düşgücünün sınırlarını aşıp geçen bir şeydi. Bu türden olaylar her zaman düşgücünün sınırlarını aşıp geçmiştir. Böyle bir olay akla gelebilecek tüm olası nedenlerin ötesine geçmektedir ( Svevoya inanmak gerekirse bu nedenler dünyayı kendine haline bırakmak istemeyen bir yanlış anlamanın ürünüdür).

Bu durumda haber tarafından sunulan olay-olmayan-olayın ötesine geçerek, ona karşı direnen şeyin ne olduğunu tespit etmek gerekmektedir. Bir şekilde olaydaki geçer akçe tespit edilmelidir. Olayı etkisiz hale getirmekten başka bir şey yapmayan tüm yorum ve sahneye koyma biçimlerinin nesnel bir çözümlemesi yapılmalıdır.

Yalnızca haber niteliğinden arındırılmış olayların (bizim de katkımızla) düşgücümüzü inanılmaz bir şekilde harekete geçirebildikleri söylenebilir. Yalnızca bu olayların gerçek olarak kabul edildikleri çünkü onları doğrulayacak bir şey ya da birilerinin olmadığı söylenebilir. Bu yüzden de düşgücümüz onlara karşı hiçbir şekilde direnmemektedir.

Habere doymak bilmeyen insanlar olduğumuz için yaşadığımız düş kırıklığının da bir sınırı yok zira iletişim araçlarının gücüne oranla sunulan haberin düzeyi insanı umutsuzluğa sürükleyecek kadar zayıftır. Bu orantısızlıksa en sıradan olay ya da felaketin değerini hızla düşürüp, yok eden bir zorunluluğa yol açmaktadır.

Kalabalıkları şu ya da bu nedenle (Diananın ölümü, Dünya Kupası,vs) peşinden sürükleyip götüren bulaşıcı duygusallığın başka bir nedeni yoktur. Bu bir röntgencilik ya da psikolojik rahatlama olayı değildir.
Bu ahlaksız bir duruma karşı gösterilen doğal tepkidir çünkü aşırı miktarda haber gerçek olayda bir benzeriyle karşılaşmadığımız ahlaksızca bir duruma yol açmaktadır. İnsan otomatik olarak yaşamı inanılmaz bir şekilde sıradanlaştıran haber programlarının, bu sıradanlığa bir son verecek muazzam, baştan çıkartıcı bir haber vermesini arzulamaktadır. İnsan kendini bu anlam diktatörlüğüyle nedenler adlı zorunluluğun elinden kurtarıp, akıl havsalaya sığmayacak türden olaylar düşlemektedir.

Çünkü biz aynı zamanda aşırı anlam bolluğuyla, kusursuz bir anlamsızlığın yol açtığı bir korku düzeni içinde yaşıyoruz.

Toplumsal ve kişisel yaşantının sıradanlığı içinde bu abartılı olaylar Lévi-Straussa göre dil düzeyindeki abartılı gösterenin eşdeğerlisidir. Çünkü dile simgesel bir işlev kazandıran şey gösterenleridir.

Olay arzusuyla olay-olmayan-olay arzusu: Bunlar her biri diğeri kadar güçlü ve aynı andalık özelliği taşıyan iki içtepidir.

O coşku ve dehşet karışımı atmosferle belli edilmemeye çalışılan heyecan ve pişmanlığın nedeni de zaten budur.

Bizi peşinden koşturan bu heyecanın kökenindeyse ölümün kendisinden çok olayın öngörülememe özelliği vardır.

İleri sürülen bütün kanıtlar kesinlikle, bu açıklanamaz olay ve şeylere özgü düzenlerin tümünü allak bullak etme arzusunu gizlemeye çalışmaktadırlar.

İyilik ve Kötülük arasındaki güç dengesinin, gizli bir oyun kuralı gereği tamamıyla rastlantısal denilebilecek bir olay (doğal felaket örneklerinde olduğu gibi) şeklinde aniden ortaya çıkan Kötülük tarafından yeniden oluşturulmasını öngören günahkarca bir arzu.

Ahlaki bir içeriğe sahip tüm protestolarımızla, Kötülüğün, bu her şeyi otomatik bir şekilde tersine çevirme gücünün, ahlaksızlık olarak nitelendirilebilecek büyüleyiciliği arasında doğru bir orantı vardır.

Diananın gösteri toplumunun kurbanı, bizimse bu ölümün pasif röntgencileri olduğumuz söylenmektedir. Oysa bu olay sanıldığından çok daha karmaşık bir dramatik yapıya sahiptir. Diana bile (teşhirciliğe özgü terimlerle) bu kolektif çaba ürünü senaryonun suç ortağıdır. Medyanın da çanak tutmasıyla, bu olayda, kitleler kamusal yaşamla Lady Dinin özel yaşamının gerçek bir reality-showa dönüşmesinde doğrudan bir rol oynamışlardır.
Burada paparazziler, bu ölümcül karşılıklı-etkileşim sürecini medyayla birlikte yönlendirirken, sergilediğimiz arzunun yoğunluğu iletişim araçları için bir tür uyarıcı görevi yapmıştır – biz aynı zamanda hem izleyici kitlesi hem de iletim aracı, hem iletim hem de elektrik ağının ta kendisiyiz.

Oyuncu ve seyirci ayrımının ortadan kalktığı bu evrende herkes aynı gerçekliğin, aynı sorumluluk çarkı ve yazgının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumdadır. Bu kolektif arzunun ta kendisidir.Burada da Stockholm sendromuna yakın bir noktada bulunduğumuz yani haberlerin rehinesi olduğumuz ancak bu rehin alma eylemini gizlice onayladığımız söylenebilir

Sıra dışı bir olaya tanık olmayı ne kadar yoğun bir şekilde arzuluyorsak; bizi yaşamdan soğutan ve tahammülü güç bir durum olan olaysız bir dünyada yaşamayı, düzenin bozulmaması ve hiçbir şeyin yerinden kımıldamamasını da o ölçüde arzuluyoruz – bunun doğal uzantısı: coşku ve dehşet gibi çelişkili duygular ve ani iç sarsıntılarıdır.
Bu yüzden de iki çözümleme tipine başvurmak gerekmektedir. Bunların biri sıra dışı olayın inanılmaz yanlarıyla ilgilenirken, diğeri onu sıradanlaştırmaya çalışacaktır. Biri Ortodoks diğeriyse paradoksal bir düşünceye benzeyecektir. Bu ikisi arasına eleştirel düşünceyi sokabilmek olanaksızdır.

Biz istesek de istemesek durum giderek daha tehlikeli bir hal almaktadır. Bunun kötülüğün bir sonucu olduğunu düşündüğümüz takdirde- zira kötülük tüm uzlaşma olasılıklarının ortadan kalkarak yerini aşırı uçlar arasında bir çatışmaya bırakmak demektir- bu durumun bilincine varmak ve onunla mücadele etmek gerekmektedir.

Bu iki seçenekten birini tercih edemeyiz.
Olay ve olay-olmayan-olay bizi aynı anda hem bir mıknatıs gibi kendilerine çekiyor hem de midemizi bulandırıyorlar. Tıpkı Hannah Arendta göre gerçekleştirdiğimiz her eylemde karşımıza öngörülemeyecek ve karşılık verilemeyecek türden bir şeylerin çıkması gibi.

Ancak günümüz dünyası (karşılık verilemeyen=) tek yönlü bir sanal gelişmenin egemenliği altındadır. Bütün dünyayı denetleyebilen ve teknoloji aracılığıyla her yere ulaşabilen bu gelişmenin yanı sıra, bir tedbir alma zorbalığı ve kusursuz güvenlik tekniklerini bir kenara koyduğumuzda geriye öngörülemeyenle olayın ortaya çıkma olasılığından başka bir şey kalmamaktadır.

Mallarmé bir zamanlar: Günün birinde kusursuz bir zar atma tekniği geliştirip, istediğiniz sayıları atabilirsiniz ancak rastlantıya bir son veremezsiniz demişti. Bir başka deyişle rastlantıya son verebilecek kusursuz bir zar atışı söz konusu olmadığından, sanal programlamanın olaylara asla bir son veremeyeceği düşünülebilir.
Elinden kaçmanın mümkün olmadığı bir olaydan kaçıp kurtulmamızı sağlayacak kusursuz bir teknik ve tedbir aşamasına asla ulaşılamayacaktır.

Küresel düzenin ürkütücü monotonluğuna karşın, insanı ürkütecek cinsten olayların gerçekleşme şansı her zaman vardır.

Bu durumun en güzel metaforu, hiçbir şeyin olup bitmeyeceğini kaydetmek, olay-olmayan-olayın filmini çekmek amacıyla kamerasını 2001 Eylül ayı boyunca Manhattan yarım adasının karşısına yerleştiren şu video sanatçısıdır.

Hiçbir şeyin olup bitmeyeceğine inandığı bir sırada İkiz Kulelerle birlikte sıradanlığın da darman duman oluşuna tanık olmuştur.

(Bu metin Baudrillard'ın 28 Nisan 2004 tarihinde İzmir'de yaptığı konuşmanın çevirisidir.)

Çeviri: Oğuz ADANIR

http://www.uzaklar.net/html/sanal__evren_ve_haber_dunyasi-.html

Televizyon Üzerine Tespitler

Alkol, sigara, uyuşturucu gibi madde bağımlılığının yanında, gözümüzle görmediğimiz ve hatta çoğu kez farkında dahi olmadığımız bağımlılık noktaları günümüz insanını yakalamış durumdadır. Bu tip bağımlılık noktalarının en belirgin örneklerinden biri de, televizyon bağımlılığıdır.
1994 yılından bu yana başta ABD. olmak üzere dünyanın bir çok ülkesinde gerçekleştirilen Turn Off TV. kampanyasının Türkiye ayağını oluşturmak amacıyla geçtiğimiz yıldan bu yana gerçekleştirilen bir dizi eylemliliğin halkalarından biri olarak planlanan bu rapor ile televizyonun yaşamımız üzerindeki etkilerini ortaya koymayı amaçladık.

Bu raporun bilimsel bir iddiası olmamakla birlikte, derlenen bilgilerle oluşturulan verilerin kamuoyunda irkiltici bir etki yapacağı düşüncesindeyiz.

Kaç yılımız televizyon karşısında
ABD.de yayınlanan bir bilim dergisi olan Scientific tarafından yapılan bir araştırma ile sanayileşmiş toplumlarda yaşayan bireylerin günde ortalama 3 saatini televizyon karşısında geçirdikleri saptanmıştır.

Ülkemiz bakımından da bu tip bir araştırmanın sonucu iç açıcı değildir. RTÜK. tarafından 5.360 kişi üzerinde yapılan araştırma, günlük televizyon izleme süremizin ortalama olarak 4 saat olduğunu ortaya koymaktadır. Toplumumuzun % 20’lik bir kısmı da, günde 5 saatini televizyon izleyerek tüketmektedir. İşsizliğin yaygınlaştığı coğrafi bölge ve toplumsal sınıflarda bu sürenin daha da arttığı düşünülmektedir.

Dolayısıyla ortalama insan ömrü olan 75 yıllık bir zaman diliminde, tam 9 yılımız TV. izlemekle tüketiliyor.

Tembel = Televizyon kolik
Televizyona bu derece bağımlılığın altında yatan sebeplerin başında tembellik geliyor. Aslında bu iki kavram birbirinin tetikleyicisi. Ve tembellik televizyon seyretmenin hem sebebi ve hem de sonucu. Bir kere televizyonun başına geçince gerisi geliyor.

Beyin dalgaları ne diyor
Televizyon üzerine yapılan bir araştırmada, deneye katılanların bedenlerine yerleştirilen tarayıcı ve monitörler yardımı ile televizyon seyrederken yaydığımız beyin dalgalarının, kitap okuma esnasında yaydıklarımızdan farklı olduğu ve zihinsel uyarılarda değişkenlik gözlenmiştir.

Alışkanlık
Uzmanlar, televizyonun vücutta alışkanlık meydana getiren ilaçlarla aynı şekilde etki yaptığını belirtmektedirler. Vücudu hızla terk eden yatıştırıcılar, vücudu yavaş yavaş terk edenlere oranla daha fazla bağımlılığa sebep olmaktadır. Çünkü kullanıcı, ilacın etkilerinin azaldığını daha fazla fark etmektedir.

Aynı şekilde izleyicilerin televizyonu kapattıktan sonra rahatlamalarının azaldığını bilmeleri, televizyonlarını kapatmamada önemli bir faktör olmaktadır. Seyretmek daha fazla seyretmeye yol açmakta ve böylece insanlar planladıklarından daha fazla televizyon seyretmektedirler.

Alışkanlık ama
Yapılan bu araştırmalarda, uzun süre televizyon önünde oturan insanların, gittikçe daha az zevk aldıklarını ortaya koymaktadır. Günde 4 saatten fazla televizyon izleyenler, 2 saatten az izleyenlere oranla daha az zevk almaktadırlar. Bu çarpıcı sonucun en önemli nedenlerinden biri olarak, kişinin televizyon seyretmesi nedeniyle verimli bir şeyler yapmamaktan kaynaklanan suçluluk duygusu olduğu gösterilmektedir.

Ya bedenimiz
Televizyon bağımlılığının en hafif(!) sonuçları bedensel rahatsızlıklarla kendisini gösteriyor. Televizyon karşısında saatlerce oturan, hareketsiz duran, bu da yetmezmiş gibi sürekli bir şeyler atıştıran insanlar; kireçlenme, şeker hastalığı, şişmanlık, kalp gibi bir çok hastalığa davetiye çıkarıyor. American Public Health Association’ın (Amerikan Halk Sağlığı Birliği) yöneticisi Mohammed N.Akhter bu konuda; “televizyon cihazını kapatabilir, hayatımıza güzel bir deneyim katabiliriz. Bu konuda atacağımız birkaç küçük adım bizi hem fiziksel, hem de ruhsal olarak sağlıklı bir hayata ulaştıracaktır.” diyor.

Ebeveyn-tv.-çocuk
Televizyon bağımlılığının ilk ve en etkili sonucu aile içinde görülmektedir. Bu bağımlılık içindeki anne-babanın çocuklarıyla az ilgilendikleri, aynı bağımlılığa yakalanmış çocuğun da, anne-babasıyla iyi diyalog kuramadığı, onlara karşı hırçınlaştığı ve en önemlisi televizyonda gördüğü iyi anne-baba karakterleri ile kendi anne-babasını karşılaştırdığı ve sonuçta aradığını bulamayınca uyumsuzluk gösterdiği saptanmıştır.

Örneğin; televizyondaki iyi baba, her akşam eve gelirken çocuğuna çikolata getirmektedir. İzleyici çocuk da, aynı yaklaşımı kendi babasından beklemekte ve beklentileri karşılanmayınca da, babasının kendisini az sevdiği ve önem vermediği duygusuna kapılmaktadır.

Yine pembe dizi (soap opera) olarak adlandırılan dizi filmlerin bağımlısı olan annelerin çocuklarına karşı şefkatli olmadıkları ve özellikle bu tip dizilerin yayın saatlerinde rahat seyredebilmek amacıyla çocukların uyutulmak istendiği, büyük kardeşlerine, anneanne veya babaanneye emanet edildiği bilinmektedir.

Kahraman çocuklar
Televizyonun çocuklar üzerindeki önemli etkilerinden biri de, televizyondaki karakterlerin çocuğun hayal dünyasında birer kahraman olarak yer alması ve giderek çocuğun, kendisini bu karakterle özdeşleştirerek onun gibi davranmaya başlamasıdır. Bu özdeşleşme genellikle çocuğun saldırganlaşması olarak ortaya çıkmaktadır.

Televizyon ve şiddet
ABD’de yapılan bir diğer araştırmada, çocukluğunda televizyonda şiddet izleyenlerin, büyüdüklerinde saldırgan oldukları ortaya çıkmıştır. Michigan Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Psikologlarınca yapılan bu araştırmada, 6-9 yaşlarında şiddet içeren programlar izleyen kız ve erkek çocukların, 20’li yaşlarda eşlerine karşı şiddet uyguladıkları ya da suç işledikleri, çocukluk dönemleri 70’li yılların sonuna denk gelen 329 yetişkin üzerinde yapılan bir başka araştırmada da, aralarında Türkiye’de de gösterilen “milyon dolarlık adam” ve çizgi film “Roadrunner”ın da bulunduğu şiddet içeren dizileri çocukluklarında sık izleyenlerin, yetişkin olduklarında, izlemeyenlere oranla iki kat daha saldırgan oldukları belirlenmiştir.
Şiddet dolu programlar izleyen erkeklerin yüzde 20’si, bir tartışma anında eşlerini itip kakmakta, darp etmekte, kadınların yüzde 20’si de eşlerine şiddet uygulamaktadır. Yine çocukluklarında şiddet izleyenler daha çok kavgaya karışmakta, trafik ve adli suç işleme eğilimleri artmaktadır.

Televizyon kolik birini nasıl teşhis ederiz
Yapılan araştırmalarda aşırı televizyon izleyenlerin;

Diğer insanlarla beraber olmaktan memnun olmama,

Çalıştıkları işyerinde isteksizlik,

Daha çok sinirlilik,

Daha az mutluluk,

Düzensiz çalışma,

Bir şeyler yapmama,

Çok hayal kurma, ve bu hayaller gerçekleşmediği vakitte de hayal kırıklığı sonucu bazen bunalıma girme şeklinde tanımlanabilecek belirtiler gösterdiği ortaya çıkmıştır.

Televizyon ve otizim
Otizm hastalığına yakalananların dil gelişimlerinde gerilik olur, konuşmayı geç öğrenir, konuşulanları ve direktifleri anlamakta zorlanırlar, istekleri için yetişkinlerin elinden tutmayı, işaret etmeyi tercih eder, kısa konuşur, göz kontağı kurmaktan kaçınır, Otistikler öpülmeyi ve kucaklanmayı sevmez, isimleriyle seslenildiğinde tepkisizdir ve sosyal ilişki kurmakta güçlük çeker.
Uzmanlar otizmin oldukça geniş bir semptom yelpazesi olduğunun bilinmesi gerektiğini bildirmektedirler. Aynı uzmanlar televizyonun ise bu geniş yelpaze içinde bazı semptomların kuvvetlenmesine veya ortaya çıkmasına sebep olduğuna inanmaktadırlar.

Televizyon ve dil
Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyelerinden Birsel Aybek’e göre, televizyon çocukların dil gelişimini olumsuz olarak etkilemektedir. Gerek yabancı gerekse yerli programlarda Türkçe’nin sıkça yanlış, kötü ve yabancı özentili kullanılması, argoya her fırsatta yer verilmesi, çocukları ilerdeki yaşlara kadar etkileyecek olumsuzluklara yol açmaktadır.

Televizyon ve tüketim
Televizyon kendisine bağımlı olan insanları birer tüketim canavarı haline getirmektedir. Reklâmlarla estirilen tüketim fırtınası, çeşitli filmler, diziler, eğlence ve magazin programlarıyla devam etmektedir. Sonuçta ortaya televizyonda seyrettiklerini uygulamak için birbirleriyle yarışan insan tipleri çıkmaktadır. Bu yarışı kazanmanın yolu da, kuşkusuz sürekli olarak bilinçsiz alışveriş ve tüketimden geçmektedir.

S o n u ç
Yukarıda kısaca belirtilen tüm sonuçların birleştiği ortak bir nokta var: bağımlılık haline gelen televizyon seyretme eylemi, bedensel ve ruhsal rahatsızlıklara, aile içi iletişimden başlayarak toplumsal iletişim sorunlara yol açmaktadır. Bağımlılık seviyesinde olmayan televizyonun bilinçsiz tüketimi de, her an için bağımlılık noktasına gelebilecek şekilde pusuda beklemektedir.

Sıralanan zararlarına rağmen televizyon, kişinin en doğal hakkı olan “bilgilenme hakkı”nın kullanılmasında en önemli araç. Bilgilenmeyi, haber almayı, gerektiğinde eğlenmeyi, öğrenmeyi televizyon ile sağlıyoruz. Bu bakımdan televizyonu insan yaşamından tamamen çıkarıp atmak bir çözüm değil, aksine başka sorunlara yol açacak şekilde kişiyi bilgilenme, öğrenme, haber alma ve eğlenme haklarından alıkoyacak bir girişim olacaktır.
Bu nedenle televizyonun bizi kullanmadığı, aksine kumanda aletine bizim hâkim olduğumuz bir ilişkinin geliştirilmesi, televizyonun bilgilenme ve eğitim işlevinin öne çıkarılarak kullanılması en doğru yaklaşımdır.

Sonucun sonucu = turn off tv/turn on life
Televizyonun insana olan hâkimiyetini farkedenler, 1995 yılından bu yana tüm dünyada Televizyonu Kapat/Yaşamı Aç (Turn Off TV./Turn on Life) adıyla bir hafta süresince televizyonsuz bir yaşamı öneriyorlar.
Her yıl Nisan ayının son haftasında gerçekleştirilen bu eylemler ilk kez ABD.de başlamıştır. Bu kampanyanın medya dünyasının cenneti olan ABD. de başlamasının ironisi bir kenara bırakılacak olursa, TV-Turnoff Network (TV. Kapatma Ağı)-TV. Free America (TV.den Bağımsız Amerika) isimli özel bir kuruluşun başlattığı bu çalışma dünya kamuoyunun, bilimsel çevrelerin dikkatini çekmeyi başardı. Bu kampanya, televizyonların tamamen ve sürekli olarak kapatılması yerine kişinin televizyonsuz bir yaşamı fark etmesini sağlamayı amaçlamaktadır.

İlk yılında 45.000 okul ve 8.000.000 insanın katıldığı bu kampanyaya ileriki yıllarda 25.000.000 Amerikalı katılmıştır. İlerleyen dönemlerde kampanyanın etkisi ABD. sınırlarını aştı ve günümüzde Türkiye dahil onlarca ülkede, yüzmilyonlarca insanın katılımıyla her yıl Nisan ayının son haftasında, televizyonsuz bir yaşam öneriliyor.

Bu öneri, özünde televizyonu tanı ve ona hakim ol mesajı vererek, bilinçsiz televizyon tüketiminden çalınacak saatlerde eşimiz, çocuğumuz, ailemiz, komşularımız, toplum ile daha sağlıklı bir iletişim kurabileceğimizi, kitap okuyacağımızı, spor yapacağımızı hobilerle uğraşacağımızı bize söylüyor.

20 Nisan 2003
Filiz Sinan - Mehmet Muta Şahin
Tüketiciler Birliği
İstanbul Şubesi Yön. Kur. Üyeleri