12.02.2009

Dördüncü Dünya, Devletsiz Uluslar

Nadesan Satyendra
(kaynak:Ülkede Özgür Gündem - tarih: 20.02.2006 )

"Eğer bir batı toplumunda politik açıdan marjinal olmak istiyorsanız yeni bir politik sistemle birlikte yeni bir devletin kurulması önerisi yapın. Bu devletin yapay bir adada olmasını tercih edin ve anayasasını da kendiniz yazın. Var olan ama baskı altında tutulan bir ulus için ulusal bir devletin kurulmasını önerirseniz sadece bir deli muamelesi görmeyeceksiniz, aynı zamanda bir vatan haini olarak damgalanabilir ve hatta ihanet suçundan infaz edilebilirsiniz. diyelim ki bu aşamayı sağ salim aştınız, o zaman ardınızda kendi adınızın verilmiş olduğu havaalanları, sokaklar, dağlar bırakarak yaşamınızı yeni devletin başkanı olarak noktalayabilirsiniz. Hatta anayasayı yazmanıza dahi izin verebilirler." (1)


1950 ve 1960'lı yıllar, ikinci dünya savaşı ile birlikte zayıflayan Birinci Dünya Ülkeleri yönetimlerine karşı geliştirilen anti-sömürgeci özgürlük hareketlerinin damgasını vurduğu yıllar olurken, 1980 ve 1990'lı yıllar, üçüncü Dünya ülkelerinin işgalci güçlerine karşı yönelen sömürge sonrası ulusal özgürlük hareketlerinin damgasını vurduğu yıllar oldu. Ve bu sürecin 21. yüzyılda da devam edeceği görülmektedir.

İkinci dünya savaşından sonraki yıllar, iki yüzyıldan fazladır yönetimleri ellerinde bulunduran sömürgeci imparatorlukların çöküşüne sahne oldu. Yaşanan iki dünya savaşıyla yeterince zayıflayan, bir zamanlar "güneşin üzerinde hiç batmadığı imparatorluk" olarak tanımlanan İngiliz imparatorluğu emperyal egemenliği bitti. İkinci dünya savaşında İngiltere'yi zafere götüren ve İngilterenin emperyal konumunu tasfiye etmekle görevlendirilen Winston Churchill sonunda İngiliz parlamentosunun muhalefet sıralarından kendisi tasfiye oldu.

Sonuç olarak Almanlar Endonezya'yı, Fransızlar Vietnam'ı ve Cezayir'i, Portekizliler Goa'yı ve Afrika'da işgal etmiş oldukları toprakları, İtalyanlar Etiopya'yı terk ettiler.
Fakat sömürgeci yönetimler arkalarında suni karasal sınırlar bıraktılar. Bugün bu suni sınırların sonuçlarını görmekteyiz.
-Ortadoğu'da ( Kürdistan, Filistin);
-Afrika'da (Batı Sahra, Somali, Güney Sudan)
-Hindistan alt kıtasında (Assam, Khalistan, Jamnu Keşmir, Manipur, Nagaland, Tamilo Elam, Tamil Nadu, Tripura, Sindh, Uttarakhand); ve
-Güney Asya ve Uzak Doğu'da (Doğu Timor, Bougainville)
Sovyet imparatorluğu'nun çökmesi Litvanya, Estonya ve Ukrayna'nın ortaya çıkışına sahne oldu ve bu süreç Çeçenya'da devam etmektedir.

İmparatorluklarından yoksun kalan birinci dünya ülkeleri kendi sınırları içerisinde farklı halkların ulusal istemlerini kontrol etmekte de zorlanmaya başlamışlardır. İskoçya bir örnektir. Bask halkının İspanya'daki mücadelesi devam etmektedir. Hatta Kanada'da Quebec'de bu kategori içerisinde değerlendirilebilir.

Tüm bu mücadeleler halkların yabancı yönetime veya egemenliklerine karşı verdikleri mücadeleler olarak ortak bir özellik taşımaktadırlar. Dördündü dünyayı oluşturan ve uluslar arası düzeyde tanınmayan ulusların, devletsiz toplumların mücadeleleridir.

Her yerde halklar kendi ulusal bağımsızlıklarını talep etmektedirler. Uluslararası politik arenada dördüncü dünya, uluslarının ortak savunması için yeni bir güç olarak ortaya çıkmakta, birçok yerli halk uluslar arası hukukun ve devlet egemenliğinin ve vasilik bürokrasisinin sadece konusu olmayı artık kabul etmemektedirler. Farklı ulusal formatlarda olan bu kesimlerin uluslar arası zeminde tanımanın dünya düzenini karışıklığa sürükleyeceğinden zaman zaman sözedilmekteddir. Öne sürülen gerekçe, yüzyıllar önce evrensel hakların tanınması talebine karşı ileri sürülen gerekçelerden farklı değildir. O dönemde de, her vatandaşa oy verme hakkını tanıması fikrine karşı, 'bunun mevcut devlet yapısını ve kurulu düzeni tehdit edeceği' itirazı ileri sürülmekteydi. Fakat asıl olarak, evrensel hakların tanınmasına yönelik taleplerin reddi düzeni sarsan faktör olmaktaydı. Ve sonunda aşağıdan gelen mücadele ve baskı bu politikanın değiştirilmesini sağladı. Her zaman olduğu gibi, mücadele hakların kazanılmasını sağlamıştı.

"Kendi kaderini tayin hakkı, , sosyal, ekonomik, politik ve kültürel açıdan kendi geleceklerini dışarıdan müdahale olmaksızın özgürce seçmeye çalışan tüm halklara yönelik, uluslar arası hukukça garanti altına alınan bir haktır. ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya ve İtalya'nın barışı korumak, insan haklarını ve kendi kaderini tayin hakkını güvence altına almak adına askerlerini Kosova'ya göndermelerini düşünmek oldukça şaşırtıcıdır. Aynı devletler, dördüncü dünya halklarının kendi kaderlerini tayin etme haklarını inkar ederek uluslararası hukuku yeniden yazmanın azimli birer aktif lideri haline gelmiş durumdadırlar." (3)

Kendi kaderini tayin hakkı ve demokrasi el ele gider. Eğer demokrasi, halk tarafından, halk için ve halkın yönetimi demek ise, o halde kendi kaderini tayin ilkesi, hiçbir halkın başka bir halkı yönetemeyeceğini güvence altına alır.

DİPNOTLAR:
(1)Paul Treanor, Ayrılma ahlakı üzerine
(2)Pierre Van Den Berghe, "Leo Kuper' gönderdiği kişisel mektubunda , 'Soykırım: 20. yüzyılda politik bir araç' (1984) başlıklı yazısından
(3) Rudolph C Ryser

Yazar: Nadesan Satyendra
Çeviren: Zeynel Polat
Kaynak: Ülkede Özgür Gündem

http://www.dunyadanceviri.net/dcdosya/dosyaDetail.asp?id=65

Bu Gerçekten Gezegeni Kurtarabilir Mi?

Bize sürekli televizyonu izlemiyorken kapalı tutmamamız, naylon poşetlerimizi yeniden işleyip kullanılır hale getirmemiz ve daha az su kaynatmamız gerektiği söylenip duruyor- fakat George Marshall, bu küçük ve önemsiz adımlar üzerine odaklanmanın bizi daha önemli olan durumdan alı koyup koymayacağını sorguluyor.

George Marshall

The Guardian

13 Eylül 2007, Perşembe

Neden herkes ufak tefek çabaların iklim değişimini önleyeceğine inanmaya bu kadar hevesli? Bize, kampanyayı yürütenler ve hükümet tarafından, evle ilgili “iklimi kurtarmaya yarayacak” ufak tavsiyeler veriliyor. Bunların ne tür şeyler olduğunu biliyorsunuz: naylon poşetlerinizi geri dönüşüm ile yeniden kullanın, televizyonunuzu izlemiyorken kapalı tutun, işe kendi fincanınızı getirin. Genellikle, iklim değişimine bağlı, en son ümitsiz haberlere dair az miktarda bir kavrayış var: bu haberlerin hepsinin o kadar da kadar kötü olmadığını ve bugün, bu küçük adımları uygulamanın gerçekten “bir fark yaratacağını” iddia ediyorlar.

Fakat gerçekten yaratacaklar mı? Örneğin naylon poşetleri ele alalım. Onları tekrar kullanmamız veya bunun yerine “uzun ömürlü poşetler” kullanmamız konusunda başımızın eti yeniyor. İnsanlar ise bu konu hakkında giderek hassaslaşıyor. 10 numaralı internet sitesinde onları kullanmanın önlenmesini veya vergilendirmesini talep eden sekiz adet dilekçe var, İrlanda özel bir poşet vergisi yürürlüğe koydu ve Devon’da bir kasaba onları tamamen yasakladı.

Evet, onlar iğrençler, israfa neden oluyorlar ve su kaplumbağaları için ölümcüller. Fakat iklim değişimine olan katkıları son derece az. Sıradan bir Britanyalı, yılda, bir kişinin bir yılda salabileceği ortalama 11 ton karbondioksitin yalnızca iki kilosuna eşit gelen 134 adet naylon poşet kullanıyor. Bu ise onun iklime olan tüm etkisinin beş binde birine denk geliyor.

Daha sonra, elektronik aletlerin açık bırakılması konusu var. Bu tüketici israf kültürünün ilgi çekici bir örneğidir ve bu konuya, diğerlerinin arasında, bugün çevresel tutum politikasını yayımlayan Conservative’s Quality of Life grubu tarafından saldırgan bir biçimde karşı çıkılıyor. Fakat bu, sanıldığı gibi, hiç de karbondioksit salınışının temel nedeni değildir. Sıradan bir televizyonu, bütün bir yıl boyunca açık tutmak için harcanan elektrik, 25 kilogram karbondioksitin atmosfere girmesine neden olur. Bu oran naylon poşetlerininkinden daha fazladır, ama hala çok düşük bir orandır, çünkü Britanya’daki her bir kişinin ortalama karbondioksit salınışının % 0,2 sine denk düşer.

İşte çok önemli gibi görünen bir tavsiye daha: su ısıtıcınızı doğru miktarda su ile doldurun. Hükümet bunu, 1999’daki “Kendi Payına Düşeni Yapıyor musun?” kampanyasının temel mesajlarından biri yapmıştı. Görüldüğü gibi çok küçük bir pay olduğu ortaya çıktı. Hükümetin kendi rakamlarına göre; sürekli olarak su ısıtıcılarını ağzına kadar doldurup kaynatsanız bile; bu, bir yıldaki tüm karbondioksit miktarın 100 kilogramını kurtaracak ki bu her bir kişinin gerçekleştirdiği ortalama gaz salınışının % 1 inden daha azdır.

Lütfen beni yanlış anlamayın. Bütün bu faaliyetleri daha yeşil bir yaşam şeklinin parçası olmak için gerçekleştirmeye değer. Ben de hepsini yapıyorum- dişlerimi fırçalarken musluğumu kapatıyorum, banyo suyumu paylaşıyorum, televizyonumu karanlıkta izliyorum- eğer gerekirse üç kazak birden giyiyorum. Fakat uçuşları bırakmak, iş yerine yakın ve iyi izole edilmiş bir evde yaşamak gibi karbondioksit salınışını gerçekten azaltan ciddi kararlar ile bu basit yaşam tarzı tercihleri arasında-yeşil yaşamın en önemli ilk 10 listelerinin yaptığı gibi- herhangi bir eşdeğerlilik olduğunu savunmak ciddi bir saptırmadır.

Mori anket sonuçlarına dayanarak, insanlar zaten ciddi sapkın öncelikleri alışkanlık haline getirmiş durumda. Şu anda insanların yüzde kırkı, karbondioksit salınışına oldukça az miktarda katkıda bulunan ev atıklarının geri dönüştürülmesinin, iklim değişimini engellemek için yapabilecekleri en önemli şey olduğuna inanıyor. Sadece % 10 u toplu taşıma araçlarını kullanmak ve yurtdışı tatillerini azaltmak gibi çok daha önemli hedeflerden bahsediyor.

Basit tavsiyeler, bunlara ek olarak, iklim değişiminin ciddiyetine dair daha geniş çaptaki mesajı baltalıyor. Public Policy Research enstitüsü (IPPR), iklim değişimi mesajı üzerine olan Warm Words adlı raporunda, basit faaliyetlerin “kolayca duvara kağıdına geçtiğini ve yerel, sıradan, sıkıcı, fazlasıyla anlaşılır ve göz ardı edilebilir” hale geldiğini savunuyor. IPPR özellikle “Gezegeni yok olmaktan kurtarmak için yapabileceğiniz 20 şey” gibi başlıkları onaylamıyor ve alarm niteliğindeki uyarıları gereksiz önlemlerle beraber sunmanın, insanları iklim değişimi kavramını önemsememeye, küçümsemeye ve reddetmeye ittiğini belirtiyor.

Sert olduğumu düşünmemeniz için bu konuya bir de farklı bir açıdan yaklaşın. Birinin sigaraya karşı yepyeni harika bir kampanya ile ortaya çıktığını düşünün. Mesela, akciğer kanserinden ölen insanların grafiklerini takip eden bir slogan göstersin: “Sağlıklı olmak kolay, bunun için ayda, bir sigara daha az için.”

Bir an dahi düşünmeden biliyoruz ki bu kampanya kesinlikle tutunamazdı. Amaç o kadar saçma ve görüntülerle mesaj birbiriyle o kadar alakasız ki çoğu sigara tiryakisi buna yalnızca gülüp geçerdi

Öyleyse neden duyarlı okullar, kurumlar ve yeşil gruplar-ki Live Earth sekiz saatlik bir bağış festivaliydi-böylesi etkisiz faaliyetleri desteklemekte diretiyorlar?

Onların mantıkları şöyledir: basit faaliyetler insanların dikkatini çeker ve sıradan bir aktivite sağlar. Eğer insanlara usandırıcı ve pahalı çözümler sunarsanız vazgeçeceklerdir. Onlara basit bir şeyler sunun, böylece onları istediğiniz yöne yönlendirebilirsiniz ve teoride bir sonraki adıma hazırlayabilirsiniz.

Teori böyle, fakat hatırı sayılır sayıdaki sosyal araştırma işe yaramadığını ortaya koyuyor. Çünkü çözümleri kolaylaştırmak kimsenin onları tercih edeceğini garantilemiyor. Örneğin, hükümet “Kendi Payına Düşeni Yap” kampanyasına £22 milyon harcadı ve bunun sonucunda kişisel tutumda ele avuca gelir bir değişikliğin meydana gelmediğini itiraf etti.

Ayrıca insanların, uğraştırıcı hayat tarzı değişiklikleri yapmaktan kaçınmak için basit tavsiyeleri benimsemesi olasılığı gibi daha büyük bir tehlike var. Mori geri dönüşümle, bunun bir “totem davranış”a dönüştüğünü ve “bireylerin, geri dönüşümü hayat tarzlarındaki daha büyük değişimleri gerçekleştirmek için sorumluluklarını ifa etme aracı olarak kullandıklarını” belirterek sonlandırdı. Diğer bir deyişle, insanlar en basit çözümleri, onların kendi gerçek davranışlarını değiştirmeden erdemli hissetmelerini sağlayacak kasti reddetme stratejilerinin bir parçası olarak benimseyebiliyor.

Hükümetler ve iş dünyası bile, gösterişli tutuma, bireylerden daha eğilimlidir. Halkı, müşterileri veya çalışanları ufak gönüllü faaliyetler yapmaya teşvik etmek iyi görünür ve kısıtlayıcı yasalar geçirmekten veya çalışma modelini yeniden gözden geçirmekten daha emniyetlidir.

Yani bizim ihtiyacımız olan şey oran anlayışıdır. İklim değişiminin diğer etkili konular üzerinde sahip olduğu avantaj, buna neden olan gazların son gramına kadar ölçülebilir olmasıdır. Böylece insanlar verilere göre bilinçli kararlar verebilirler: Avustralya’ya bir gidiş-dönüşlük uçuşun iklim değişimine yaptığı etkiyle 730,000 adet naylon poşet ve 176,000 adet ağzına kadar dolu su ısıtıcısının neden olduğu etki birbirine eşittir.

Aynı zamanda iklim değişimiyle ilgili konuşma tarzımızı da gözden geçirmemiz gerekiyor. İnsanların yalnızca küçük seçimlerle hevese gelebileceğini düşünmek hakarettir. Bütün yaşam biçimi değişimlerini, zeki, sağlıklı ve adil bir 21. yüzyıl için radikal görüşün bir parçası olarak takdim etmeliyiz. Ayrıca şunu netleştirelim ki, gönüllü faaliyetler asla yeterli olmayacaktır-ve bu yüzden kökten bir politik, ekonomik ve sosyal değişime ihtiyacımız olacaktır. Bu yüzden işe şu berbat “gezegeni kurtarabilirsiniz” söylemini ortadan kaldırarak başlayalım.

George Marshall İklim Zirvesi ve Bilgi Ağı’ndaki projelerin kurucusu ve yöneticisidir(coinet.org.uk) Bibi van der Zee’nin bu makaleye cevabını blogs.guardian.co.uk/ethicalliving adresinden okuyabilirsiniz.

Sorularınızı ve cevaplarınızı Ask Leo The Guardian, 119 Farringdon Road , London EC1 3ER adresine yollayabilirsiniz. Faks: 020-7713 4366. E-posta: ethical.living @guardian.co.uk Lütfen adresinizi ve telefon numaranızı eklemeyi unutmayın.

Yazar: George Marshall

Çeviren: Simge Ölmez- Merve Yaldır